Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âdem aleyhisselâmdan itibaren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Şu’arâ sûresi ikiyüzondokuzuncu (219) âyetinde, “Sen, ya’ni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” buyurulmaktadır. Hadîs-i şerîfte de: “Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini Arabistan’da yetiştirdi. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, ailelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi, O hâlde, benim ruhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım en iyi insanlardır.” buyuruldu. Yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için alnında onun nûru parlıyordu. Bu zerre Hz. Havva’ya ondan da Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salevât okurlardı. Yani: “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” derlerdi. Âdem (aleyhisselâm) vefât edeceği zaman oğlu Şît aleyhisselâma dedi. ki; (Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyyet et!). Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyyet etti. Hepsi bu vasiyyeti yerine getirip, en asil ve en kibar kızlar ile evlendiler. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek sahibine ulaştı. Resûlullahın (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabile iki kola ayrılsa Muhammed aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda O’nun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O’nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek çok güzel ve nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabile başka kabilelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Âdem (aleyhisselâm) dan beri evlâttan evlâda geçerek gelen bu nûr İbrâhim aleyhisselâma, ondan da oğlu İsmail aleyhisselâma geçmiştir. Onun da alnında sabah yıldızı gibi parlayan nûr, evlâtlarından Adnan’a, Ondan da (Me’âd) ve (Nizâr) a intikal etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’âd, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük bir ziyafet vererek böyle oğul için, bu kadar ziyafet az bir şey dediği için oğlunun adı Nizâr (az birşey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr oğuldan oğula intikal ederek asıl sahibi sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ulaştı. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) soyu Adnan’a kadar şöyledir:
Muhammed Aleyhisselâm, Abdullah bin Abdulmuttalib, Abdulmuttalib (Şeybe), Hâşim (Amr), Abdü Menaf (Mugîre), Kuseyy (Zeyd) Kilâb, Mürre, Kâ’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudrike (Âmir), İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’âdd, Adnân. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: “Ben, Abdullah, Abdulmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Kâ’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’âd, Adnan oğlu Muhammedim. Mensûb olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben câhiliyyet, ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdemden babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan meydana geldim. Ben ana ve baba itibariyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerîfte de, “Allahü teâlâ, İbrâhimoğullarından İsmail’i seçti. İsmailoğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyşi seçti. Kureyşten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdulmuttalib oğullarını seçti. Abdulmuttalib oğullarından da beni seçti.” buyurdu. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) Kureyş kabilesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babam Abdullah’dır. Abdullahın babası Abdulmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dedesi Abdulmuttalib, Mekke’nin hakimi ve Arapların şeref itibariyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabilesine mensûbtu. Abdulmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dedesi Abdulmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah babası Adülmuttalib’e şöyle derdi: “Babacığım, her nereye gitsem belimden bir nûr çıkıyor. Sonra toplanıp, başımın üstünde bulut gibi duruyor. Tekrar gelip belime giriyor. Ne zaman bir yere otursam yer bana diyor ki: Ey Abdullah, sana selâm olsun. Muhammed’in (sallâllâhü aleyhi ve sellem) nûru sende emanettir. Ne zaman bir kuru ağaç altına otursam, derhal yeşerip bana gölge oluyor. Kalkıp gidince de yine kuru oluyor. Ey babacığım bu hal nedir? Abdulmuttalib: Ey oğlum, sana müjdeler olsun ki, insanların ve cinlerin efendisi ve Peygamberi senin sulbünden gelse gerektir, demiştir.
Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûrdan dolayı iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdulmuttalib ise Onu her yönüyle ona denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menaf’ın kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibariyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile bir kaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdulmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: (Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüya gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyamda dedemiz İbrâhimi (aleyhisselâm) gördüm. Bana; “Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabul et” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyanın tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.) Bu sözleri duyan Abdulmuttalib sevincinden (Allahü Ekber! Allahü Ekber!) diyerek tekbir getirdi. Nihayet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi. Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, Hz. Âmine’ye intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bu yanlıştır. Regâib gecesi, Recep ayının ilk Cum’a gecesidir. Allahü teâlâ bu gecede, mü’min kullarına, ragîbetler, yani ihsanlar yapar. Bu gece yapılan ibadetlere kat kat sevab verilir. Muhammed aleyhisselâm’ın nûru ise Hz. Âmine’ye Cemâz-il-âhır ayında intikâl etmiştir. Cahiliyye devrinde ve İslâmiyetin ilk yıllarında, Arapların harbi harâm saydıkları aylarda, harb etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri, yani Cemâz-il-âhır ayına o sene Receb demeleri, Recep ayını bir ay ileri almaları, sebebiyle, halk içinde bu yanlışlık yayılmışsa da dinen ve ilmen bir kıymeti yoktur. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) nûrunun Âmine validemize intikali şimdiki Cemâz-il-âhır ayındadır. Regâib gecesinde değildir. Hz. Âmine’nin, Muhammed aleyhisselâma hamile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olup, çok sıkıntı içerisinde idiler. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle birlikte, onun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabilesinin bağ ve bahçelerine, mahsullerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye (Senet-ül-feth ve’l ibtihâc) yani sevinç ve bolluk yılı dediler. Hz. Âmine hamile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medine’ye geldiği sırada dayılarının yanında onsekiz yaşında iken vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Abbas (radıyallahu anh) şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler, (Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı) dediler. Allahü teâlâ; Onun koruyucusu ve yardımcısı benim, buyurdu.” Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi, insanların her taraftan akın akın gelip Kâ’beyi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen valisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımı ile San’a da büyük bir kilise yaptırdı. İnsanların bu kiliseyi ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâ’beyi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç itibar etmediler. Hatta hakaret gözüyle baktılar. İçlerinden biri de o kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâ’beyi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla büyük bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye yaklaşınca, Kureyşin mallarını yağma etmeye başladı. Abdulmuttalib’e ait ikiyüz deveye de el koymuşlardı. Abdulmuttalib, Ebrehe’ye gidip develerini istedi.
Ebrehe ben sizin mukaddes Kâ’benizi yıkmaya geldim. Sen onu korumak istemiyorsun da develerini mi istiyorsun? dedi. Abdulmuttalib; “Ben develerin sahibiyim. Kâ’benin sahibi Allah’tır. Onu O korur” dedi. Ebrehe bana karşı onu koruyacak yoktur dedi ve Abdulmuttalib’e develerini verip gönderdi. Sonra Kâ’beyi yıkmak için ordusunu harekete geçirdi. Ebrehe’nin ordusunun önde yürütülen ve böylece zafere kavuşulacağına inanılan (Mahmut) adında bir fil vardı. Ebrehe, Kâ’beye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöküp asla yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe’nin ordusu üzerine Allahü teâlâ Ebâbil (Dağ Kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının her biri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taşlar başlarından girip altlarından çıkıyordu. Taş isabet eden her asker, anında yere düşüp ölüyordu. Ebrehe kaçmak istedi Taşlardan ona da isabet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabilesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtulmuştur. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Adem aleyhisselâmdan itibaren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş ve doğması yaklaşınca birçok haberler ve müjdeler verilmiştir. Çeşitli hadiseler meydana gelmiştir.
Muhammed Aleyhisselâm, Abdullah bin Abdulmuttalib, Abdulmuttalib (Şeybe), Hâşim (Amr), Abdü Menaf (Mugîre), Kuseyy (Zeyd) Kilâb, Mürre, Kâ’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudrike (Âmir), İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’âdd, Adnân. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: “Ben, Abdullah, Abdulmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Kâ’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’âd, Adnan oğlu Muhammedim. Mensûb olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben câhiliyyet, ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdemden babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan meydana geldim. Ben ana ve baba itibariyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerîfte de, “Allahü teâlâ, İbrâhimoğullarından İsmail’i seçti. İsmailoğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyşi seçti. Kureyşten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdulmuttalib oğullarını seçti. Abdulmuttalib oğullarından da beni seçti.” buyurdu. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) Kureyş kabilesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babam Abdullah’dır. Abdullahın babası Abdulmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dedesi Abdulmuttalib, Mekke’nin hakimi ve Arapların şeref itibariyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabilesine mensûbtu. Abdulmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dedesi Abdulmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah babası Adülmuttalib’e şöyle derdi: “Babacığım, her nereye gitsem belimden bir nûr çıkıyor. Sonra toplanıp, başımın üstünde bulut gibi duruyor. Tekrar gelip belime giriyor. Ne zaman bir yere otursam yer bana diyor ki: Ey Abdullah, sana selâm olsun. Muhammed’in (sallâllâhü aleyhi ve sellem) nûru sende emanettir. Ne zaman bir kuru ağaç altına otursam, derhal yeşerip bana gölge oluyor. Kalkıp gidince de yine kuru oluyor. Ey babacığım bu hal nedir? Abdulmuttalib: Ey oğlum, sana müjdeler olsun ki, insanların ve cinlerin efendisi ve Peygamberi senin sulbünden gelse gerektir, demiştir.
Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûrdan dolayı iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdulmuttalib ise Onu her yönüyle ona denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menaf’ın kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibariyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile bir kaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdulmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: (Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüya gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyamda dedemiz İbrâhimi (aleyhisselâm) gördüm. Bana; “Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabul et” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyanın tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.) Bu sözleri duyan Abdulmuttalib sevincinden (Allahü Ekber! Allahü Ekber!) diyerek tekbir getirdi. Nihayet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi. Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, Hz. Âmine’ye intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bu yanlıştır. Regâib gecesi, Recep ayının ilk Cum’a gecesidir. Allahü teâlâ bu gecede, mü’min kullarına, ragîbetler, yani ihsanlar yapar. Bu gece yapılan ibadetlere kat kat sevab verilir. Muhammed aleyhisselâm’ın nûru ise Hz. Âmine’ye Cemâz-il-âhır ayında intikâl etmiştir. Cahiliyye devrinde ve İslâmiyetin ilk yıllarında, Arapların harbi harâm saydıkları aylarda, harb etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri, yani Cemâz-il-âhır ayına o sene Receb demeleri, Recep ayını bir ay ileri almaları, sebebiyle, halk içinde bu yanlışlık yayılmışsa da dinen ve ilmen bir kıymeti yoktur. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) nûrunun Âmine validemize intikali şimdiki Cemâz-il-âhır ayındadır. Regâib gecesinde değildir. Hz. Âmine’nin, Muhammed aleyhisselâma hamile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olup, çok sıkıntı içerisinde idiler. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle birlikte, onun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabilesinin bağ ve bahçelerine, mahsullerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye (Senet-ül-feth ve’l ibtihâc) yani sevinç ve bolluk yılı dediler. Hz. Âmine hamile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medine’ye geldiği sırada dayılarının yanında onsekiz yaşında iken vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Abbas (radıyallahu anh) şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler, (Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı) dediler. Allahü teâlâ; Onun koruyucusu ve yardımcısı benim, buyurdu.” Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi, insanların her taraftan akın akın gelip Kâ’beyi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen valisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımı ile San’a da büyük bir kilise yaptırdı. İnsanların bu kiliseyi ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâ’beyi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç itibar etmediler. Hatta hakaret gözüyle baktılar. İçlerinden biri de o kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâ’beyi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla büyük bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye yaklaşınca, Kureyşin mallarını yağma etmeye başladı. Abdulmuttalib’e ait ikiyüz deveye de el koymuşlardı. Abdulmuttalib, Ebrehe’ye gidip develerini istedi.
Ebrehe ben sizin mukaddes Kâ’benizi yıkmaya geldim. Sen onu korumak istemiyorsun da develerini mi istiyorsun? dedi. Abdulmuttalib; “Ben develerin sahibiyim. Kâ’benin sahibi Allah’tır. Onu O korur” dedi. Ebrehe bana karşı onu koruyacak yoktur dedi ve Abdulmuttalib’e develerini verip gönderdi. Sonra Kâ’beyi yıkmak için ordusunu harekete geçirdi. Ebrehe’nin ordusunun önde yürütülen ve böylece zafere kavuşulacağına inanılan (Mahmut) adında bir fil vardı. Ebrehe, Kâ’beye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöküp asla yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe’nin ordusu üzerine Allahü teâlâ Ebâbil (Dağ Kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının her biri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taşlar başlarından girip altlarından çıkıyordu. Taş isabet eden her asker, anında yere düşüp ölüyordu. Ebrehe kaçmak istedi Taşlardan ona da isabet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabilesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtulmuştur. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Adem aleyhisselâmdan itibaren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş ve doğması yaklaşınca birçok haberler ve müjdeler verilmiştir. Çeşitli hadiseler meydana gelmiştir.