Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) doğduktan sonra üç gün kadar annesi Hz. Âmine tarafından emzirildi. Sonra da Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe Hatun bir müddet emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti. Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırdı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabilesinden bir çok süt analar Mekke’ye geldi. Herbiri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî Sa’d kabilesi Mekke civarındaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte, mertlik ve tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhûrdu. Kureyş kabilesinin ileri gelenleri çocuklarını daha çok bu kabileye vermek isterlerdi. O sene Beni Sa’d kabilesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olmuştu. Bu sebeble ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere her senekinden daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhassa zengin ailelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların her biri birer çocuk almışlardı. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, ona talip olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklık), hayası ve güzel ahlakıyla tanınmış Halime hatun adında bir kadın vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için diğerlerinden daha sonra Mekke’ye ulaşmışlardı. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin ailelerin çocuklarının alınmış olduğunu görünce eli boş dönmemek için bir çocuk arıyorlardı. Nihayet görünüşü ile hürmet celbeden ve siması çok sevimli olan bir zat ile karşılaştılar, Bu zat Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar; Abdulmuttalib, Halime hatunu Hz. Âmine’nin evine götürdü. Halime hatun şöyle anlatır:
(Çocuğun başucuna vardığımda yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda ona öylesine ısındım ki, uyandırmaya bile gönlüm râzı olmadı. Elimi göğsüne koydum, uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim emmeğe başladı. Sol mememi verdim emmedi. Abdulmuttalib, bana dedi ki: (Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nimete kavuşan olmadı.) Âmine hatun da bana çocuğunu verdikten sonra;
(Ey Halime, üç gün evvel bir nida işittim ki, “Senin oğluna süt verecek kadın Beni Sa’d kabilesinden Ebî Zeybe soyundandır) diyordu. Ben de dedim ki; Ben, Benî Sa’d kabilesindenim ve babamın künyesi Ebî Zeybe’dir.) Halime hatun yine şöyle anlatmıştır: Âmine hatun bana daha nice vak’aları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana, (Ey Halime, Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyayı henüz kimseye anlatma, gizle!) denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gaibden (Sana müjdeler olsun ey Halime, o parlak nûru emzirmek sana nasîb olacak) diye seslenildi. Halime hatun şahit olduğu daha nice hadîseleri anlatmıştır. Hâlime hatun der ki: (Muhammed’i (sallâllâhü aleyhi ve sellem) alıp Hz. Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam onun yüzüne bakıp kendinden geçti: (Ey Halime bu güne kadar böyle güzel yüz görmedim) dedi. Onu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de, (Ey Halime bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın) dedi. Halime de (Vallahi, ben de zaten böyle dilerdim) dedi. Halime hatun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı büyütmek üzere Mekke’den alıp yola çıktıkları andan itibaren onun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kafile onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen kafileye yetişip onları geçip gitmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyor. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anlamışlardı. Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düşünce yağmur duâsına çıktılar. Onu yanlarında götürüp duâ ederek onun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) süt annesi Halime hatunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşi emerdi. İki aylık iken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylık iken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylık iken yürüdü, altı aylık iken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylık iken her tarafa gider oldu. Sekiz aylık iken anlaşılacak şekilde, dokuz aylık iken gayet açık konuşmaya başladı. On aylık iken ok atmaya başladı. Halime hatun şöyle anlatmıştır: (İlk konuşmaya başladığında “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemin” dedi. O günden sonra (Bismillah) demeden hiç bir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey tutmazdı. Gece gündüz belli zamanlarda bevl ederdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara (Biz, bunun için yaratılmadık) derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut daima onunla birlikte hareket eder, onu gölgelerdi. Bir gün Halime hatun farkında olmadan süt kardeşi Şeyma ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halime hatun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeyma’ya niçin sıcakta dışarı çıktınız? dedi. Şeyma, anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut onu daima gölgeliyor, dedi. Süt kardeşleri ve hiç kimse ondan asla incinmemiştir.
Halime hatun şöyle anlatmıştır: (Muhammed (sallâllâhü aleyhi ve sellem) iki yaşına girince onu sütten kestim. Sonra Onu annesi Âmine hatuna vermek üzere kocamla Mekke’ye gittik. Fakat Onun öyle bereketlerine kavuştuk ki, ondan ayrılmak, mübârek yüzünü görmemek bize çok güç geliyordu. Onun hallerini annesine anlattım. Âmine hatun, “Benim oğlumun büyük şanı vardır”
dedi. Ben: “Vallahi, bundan daha mübârek bir kimse görmedim.” dedim. Sonra, Âmine hatuna, bir çok bahaneler söyleyerek biraz daha yanımızda kalmasını istedim. Nihayet biraz daha yanımızda kalması için izin aldım. Tekrar yanımıza alıp kabilemize döndük. Onun bereketiyle malımız mülkümüz ve şanımız arttı. Her işimizde nimetlere kavuştuk.)
Bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip, “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halime hatun ile kocası Hâris, hemen süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki, rengi değişmiş, semaya bakıyor ve tebessüm ediyor. Sana ne oldu yavrucuğum? diye sorduklarında şöyle anlattı: (Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular), dedi. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) üç yaşında iken olan bu hadîseye (Şakk-ı sadır=göğsünün yarılması) denir. (Bu husus Kur’ân-ı kerîmde inşirah sûresinin birinci âyetinde bildirilmektedir).
Muhammed aleyhisselâma peygamberliği bildirildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan bazıları: Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz? deyince “Ben ceddim İbrâhim’in duâsıyım. Kardeşim İsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyasıyım. O bana hamile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü... Ben Sa’d bin Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşim ile birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu. Halime hatun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdulmuttalib, Halime hatuna çok büyük hediyeler verip ihsanda bulundu. Halime hatun onu Mekke’ye bırakınca sanki canım ve gönlüm de onunla birlikte kaldı demiştir. Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşında iken annesi Ümmî Eymen adındaki cariye ile birlikte akrabalarını ve babası Abdullah’ın mezarını ziyâret etmek için Medine’ye gittiler. Medine’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Beni Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Bu sırada Medine’deki bir yahudi bilgin ondaki nübüvvet alâmetlerini gürdü. Yanına yaklaşıp ismini sordu. “Ahmed” dir deyince, yahudi bilgin (Bu çocuk âhır zaman Peygamberi olacaktır!) diye bağırdı. Gene orada diğer yahudi âlimlerinden bazıları da ondaki peygamberlik alâmetini görmüşler ve peygamber olacağını anlamışlardır. Bunu birbirleriyle konuşup anlatmışlardır. Onların bu sözlerini duyan Ümmî Eymen durumu Hz. Âmine’ye haber verince, Hz. Âmine ona bir zarar gelmesinden çekinerek onu alıp, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde Hz. Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:
Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.
Ben de öleceğim, tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum, şerefim budur.
Geride bıraktım hayırlı evlât,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.
Benim nâmım kalır daim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.
Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi. Hz. Âmine vefât ettiğinde yirmi yaşında idi. Ümmî Eymen, Muhammed aleyhisselâmı yanına alıp, bir kaç gün süren yolculuktan sonra Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’in yanına bıraktı.
Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dininde idi. Yani mü’min idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın dininde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm’a Peygamberliği bildirildikten sonra da onun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini, söylediklerini ve böylece bu ümmetten de olduklarını bildirmişlerdir. Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdulmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idare eden bir zat olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömert idi. Fakirleri doyurur, hatta aç, susuz kalan hayvanlara bile yiyecek verirdi. Allah’a ve ahirete inanırdı. Kötülüklerden sakınan, cahiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zat idi. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misafirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira dağında inzivaya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdulmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. Ona büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâ’be’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde onunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere (Bırakın oğlumu, O’nun şanı yücedir!) derdi. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dadısı Ümmî Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tenbih eder (Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak diyorlar dedi. Ümmî Eymen demiştir ki, (Onun çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde “İstemem tokum” derdi.” Abdulmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, ondan başkasının yanına girmesine müsaade etmezdi. Onu daimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkında nice rüyalar görüp bir çok hadîselere şahit oldu. Bir defasında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdulmuttalib, gördüğü bir rüya üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys dağına çıkıp, (Allahım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.) diyerek duâ etti. Duâsı kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şairler bu hadîseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir. Abdulmuttalib, bir gün Kâ’be’nin yanında otururken, Necranlı bir rahip yanına gelip onunla konuşmaya başlamıştı. Bir ara “Biz İsmailoğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarının kitaplarda yazılı olduğunu okuduk. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladı. Bu sırada, Peygamberimiz yanlarına gelmişti. Necranlı rahip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla: “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdulmuttalib oğlumdur! deyince, Necranlı rahip: “Biz kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lâzım!” dedi. Abdulmuttalib (O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hamile iken ölmüştü) deyince, rahip “Şimdi doğru söyledin” dedi. Bunun üzerine Abdulmuttalib oğullarına: (Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!) dedi.
Abdulmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Peygamberimize (sallâllâhü aleyhi ve sellem) (Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin) deyince, koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. O’nun yanında kalmak istediğini söyledi. Peygamberimizi (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dedesi Abdulmuttalib oğlu Ebû Tâlib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti. Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve O’nun himayesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdulmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zat idi. O da Peygamberimize (s a.v.) büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyumaz, bir yere gitmez ve (Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!) derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce onun başlamasını isterdi. Bazen de ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünün pırıl pırıl parladığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve ailesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhissselâmı himayesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vuku bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâ’be’nin yanına götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular. Ebû Tâlib bir defasında Şam’a ticâret için giderken, Muhammed aleyhisselâmı da, dokuz veya oniki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hıristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda “Bahîra” adında bir rahip kalmakta idi. Önceden yahudi âlimlerinden iken sonradan hıristiyan olan bu bilgili rahibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şeyler ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defalarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmemişti. Her sabah manastırın damına çıkıp kafilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey beklerdi. Rahib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuştu ve heyecanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiğini görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekteydi. Kervan konaklayınca da Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini de görerek iyice heyecanlanmıştı. Hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de davetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe davet etti. Kureyş kervanında bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözlemek üzere bırakıp rahip Bahîra’nın yanına gittiler. Bahîra gelenlere dikkatle bakıp (Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?) diye sorunca, evet, bir kişi var dediler. Çünkü Kureyşliler geldiği halde bulut duruyordu. Bulut gelmeyince kervanda davete gelmeyen olduğunu anladı. Rahip Bahîra ısrarla onun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle ona bakmaya, incelemeye başladı. Yemekten sonra hallerine işlerine dair bir çok sualler sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsi için âhır zamanda gelecek olan peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührünü de görünce Ebû Tâlib’e (Bu çocuk senin neslinden midir?) dedi. Ebû Tâlib oğlum deyince Bahîra (Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.) dedi. Bu sefer Ebû Tâlib (O benim kardeşimin oğludur.). Babası ne oldu deyince, babası onun doğmasına yakın bir sırada öldü cevabını alan Bahîra, (Doğru söyledin), annesi ne oldu? dedi. O da öldü deyince (doğru söyledin) diyen Bahîra, Peygamberimize (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dönüp, putlar adına yemin verdi ve soracaklarıma cevap ver dedi. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) Bahîra’ya putların ismiyle yemin verme. Ben onlardan nefret ederim, dedi. Bahîra, bu sefer Allah adına yemin edip sormaya başladı. Uyur musun, dedi. Gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz buyurdu. Bahîra daha birçok sual sorup cevap aldı. Sonra Ebû Tâlib’e, bu çocuğun gözlerindeki kırmızılık devamlı mıdır? dedi. Ebû Tâlib, evet hiç kaybolmaz dedi. Sonra Peygamberimize (sallâllâhü aleyhi ve sellem) sırtını açmasını rica etti. Ebû Tâlib arzusunu yerine getir deyince, mübârek sırtını açtı. Bahîra nübüvvet mührünü görünce kitaplarda okuduğu mühim alâmetlerden olduğunu anladı. Nübüvvet mührünü öptü. Gözlerinden yaş boşandı. (Ben şehâdet ederim ki sen Allahın Resûlüsün) dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: (Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu hasetçi yahudilerden koru! Vallahi yahudiler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse O’na bir zarar vermeğe kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacak. Bunun getireceği din bütün yeryüzüne yayılacaktır. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.) dedi. Ebû Tâlib misak nedir? dedi. Bahîra dedi ki: (Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da İsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır) dedi. Ebû Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti. Mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselâmı daha da çok sevdi. Ömrü boyunca O’nu daima korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu. Her haliyle faziletler ve güzellikler sahibi müstesna bir insan olarak büyümekte olan Muhammed aleyhisselâm, onyedi yaşına girmişti. Bu sırada Yemen’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice harikulade halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabilesi arasında (Bunun şanı pek yüce olacak) diye söylenmeye başlandı...
(Çocuğun başucuna vardığımda yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda ona öylesine ısındım ki, uyandırmaya bile gönlüm râzı olmadı. Elimi göğsüne koydum, uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim emmeğe başladı. Sol mememi verdim emmedi. Abdulmuttalib, bana dedi ki: (Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nimete kavuşan olmadı.) Âmine hatun da bana çocuğunu verdikten sonra;
(Ey Halime, üç gün evvel bir nida işittim ki, “Senin oğluna süt verecek kadın Beni Sa’d kabilesinden Ebî Zeybe soyundandır) diyordu. Ben de dedim ki; Ben, Benî Sa’d kabilesindenim ve babamın künyesi Ebî Zeybe’dir.) Halime hatun yine şöyle anlatmıştır: Âmine hatun bana daha nice vak’aları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana, (Ey Halime, Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyayı henüz kimseye anlatma, gizle!) denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gaibden (Sana müjdeler olsun ey Halime, o parlak nûru emzirmek sana nasîb olacak) diye seslenildi. Halime hatun şahit olduğu daha nice hadîseleri anlatmıştır. Hâlime hatun der ki: (Muhammed’i (sallâllâhü aleyhi ve sellem) alıp Hz. Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam onun yüzüne bakıp kendinden geçti: (Ey Halime bu güne kadar böyle güzel yüz görmedim) dedi. Onu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de, (Ey Halime bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın) dedi. Halime de (Vallahi, ben de zaten böyle dilerdim) dedi. Halime hatun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı büyütmek üzere Mekke’den alıp yola çıktıkları andan itibaren onun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kafile onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen kafileye yetişip onları geçip gitmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyor. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anlamışlardı. Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düşünce yağmur duâsına çıktılar. Onu yanlarında götürüp duâ ederek onun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) süt annesi Halime hatunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşi emerdi. İki aylık iken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylık iken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylık iken yürüdü, altı aylık iken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylık iken her tarafa gider oldu. Sekiz aylık iken anlaşılacak şekilde, dokuz aylık iken gayet açık konuşmaya başladı. On aylık iken ok atmaya başladı. Halime hatun şöyle anlatmıştır: (İlk konuşmaya başladığında “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemin” dedi. O günden sonra (Bismillah) demeden hiç bir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey tutmazdı. Gece gündüz belli zamanlarda bevl ederdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara (Biz, bunun için yaratılmadık) derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut daima onunla birlikte hareket eder, onu gölgelerdi. Bir gün Halime hatun farkında olmadan süt kardeşi Şeyma ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halime hatun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeyma’ya niçin sıcakta dışarı çıktınız? dedi. Şeyma, anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut onu daima gölgeliyor, dedi. Süt kardeşleri ve hiç kimse ondan asla incinmemiştir.
Halime hatun şöyle anlatmıştır: (Muhammed (sallâllâhü aleyhi ve sellem) iki yaşına girince onu sütten kestim. Sonra Onu annesi Âmine hatuna vermek üzere kocamla Mekke’ye gittik. Fakat Onun öyle bereketlerine kavuştuk ki, ondan ayrılmak, mübârek yüzünü görmemek bize çok güç geliyordu. Onun hallerini annesine anlattım. Âmine hatun, “Benim oğlumun büyük şanı vardır”
dedi. Ben: “Vallahi, bundan daha mübârek bir kimse görmedim.” dedim. Sonra, Âmine hatuna, bir çok bahaneler söyleyerek biraz daha yanımızda kalmasını istedim. Nihayet biraz daha yanımızda kalması için izin aldım. Tekrar yanımıza alıp kabilemize döndük. Onun bereketiyle malımız mülkümüz ve şanımız arttı. Her işimizde nimetlere kavuştuk.)
Bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip, “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halime hatun ile kocası Hâris, hemen süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki, rengi değişmiş, semaya bakıyor ve tebessüm ediyor. Sana ne oldu yavrucuğum? diye sorduklarında şöyle anlattı: (Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular), dedi. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) üç yaşında iken olan bu hadîseye (Şakk-ı sadır=göğsünün yarılması) denir. (Bu husus Kur’ân-ı kerîmde inşirah sûresinin birinci âyetinde bildirilmektedir).
Muhammed aleyhisselâma peygamberliği bildirildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan bazıları: Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz? deyince “Ben ceddim İbrâhim’in duâsıyım. Kardeşim İsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyasıyım. O bana hamile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü... Ben Sa’d bin Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşim ile birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu. Halime hatun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdulmuttalib, Halime hatuna çok büyük hediyeler verip ihsanda bulundu. Halime hatun onu Mekke’ye bırakınca sanki canım ve gönlüm de onunla birlikte kaldı demiştir. Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşında iken annesi Ümmî Eymen adındaki cariye ile birlikte akrabalarını ve babası Abdullah’ın mezarını ziyâret etmek için Medine’ye gittiler. Medine’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Beni Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Bu sırada Medine’deki bir yahudi bilgin ondaki nübüvvet alâmetlerini gürdü. Yanına yaklaşıp ismini sordu. “Ahmed” dir deyince, yahudi bilgin (Bu çocuk âhır zaman Peygamberi olacaktır!) diye bağırdı. Gene orada diğer yahudi âlimlerinden bazıları da ondaki peygamberlik alâmetini görmüşler ve peygamber olacağını anlamışlardır. Bunu birbirleriyle konuşup anlatmışlardır. Onların bu sözlerini duyan Ümmî Eymen durumu Hz. Âmine’ye haber verince, Hz. Âmine ona bir zarar gelmesinden çekinerek onu alıp, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde Hz. Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:
Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.
Ben de öleceğim, tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum, şerefim budur.
Geride bıraktım hayırlı evlât,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.
Benim nâmım kalır daim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.
Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi. Hz. Âmine vefât ettiğinde yirmi yaşında idi. Ümmî Eymen, Muhammed aleyhisselâmı yanına alıp, bir kaç gün süren yolculuktan sonra Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’in yanına bıraktı.
Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dininde idi. Yani mü’min idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın dininde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm’a Peygamberliği bildirildikten sonra da onun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini, söylediklerini ve böylece bu ümmetten de olduklarını bildirmişlerdir. Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdulmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idare eden bir zat olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömert idi. Fakirleri doyurur, hatta aç, susuz kalan hayvanlara bile yiyecek verirdi. Allah’a ve ahirete inanırdı. Kötülüklerden sakınan, cahiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zat idi. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misafirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira dağında inzivaya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdulmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. Ona büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâ’be’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde onunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere (Bırakın oğlumu, O’nun şanı yücedir!) derdi. Peygamberimizin (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dadısı Ümmî Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tenbih eder (Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak diyorlar dedi. Ümmî Eymen demiştir ki, (Onun çocukluğunda ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde “İstemem tokum” derdi.” Abdulmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, ondan başkasının yanına girmesine müsaade etmezdi. Onu daimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkında nice rüyalar görüp bir çok hadîselere şahit oldu. Bir defasında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdulmuttalib, gördüğü bir rüya üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys dağına çıkıp, (Allahım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.) diyerek duâ etti. Duâsı kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şairler bu hadîseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir. Abdulmuttalib, bir gün Kâ’be’nin yanında otururken, Necranlı bir rahip yanına gelip onunla konuşmaya başlamıştı. Bir ara “Biz İsmailoğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarının kitaplarda yazılı olduğunu okuduk. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladı. Bu sırada, Peygamberimiz yanlarına gelmişti. Necranlı rahip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla: “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdulmuttalib oğlumdur! deyince, Necranlı rahip: “Biz kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lâzım!” dedi. Abdulmuttalib (O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hamile iken ölmüştü) deyince, rahip “Şimdi doğru söyledin” dedi. Bunun üzerine Abdulmuttalib oğullarına: (Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!) dedi.
Abdulmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Peygamberimize (sallâllâhü aleyhi ve sellem) (Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin) deyince, koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. O’nun yanında kalmak istediğini söyledi. Peygamberimizi (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dedesi Abdulmuttalib oğlu Ebû Tâlib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti. Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve O’nun himayesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdulmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zat idi. O da Peygamberimize (s a.v.) büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyumaz, bir yere gitmez ve (Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!) derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce onun başlamasını isterdi. Bazen de ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünün pırıl pırıl parladığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve ailesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhissselâmı himayesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vuku bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâ’be’nin yanına götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular. Ebû Tâlib bir defasında Şam’a ticâret için giderken, Muhammed aleyhisselâmı da, dokuz veya oniki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hıristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda “Bahîra” adında bir rahip kalmakta idi. Önceden yahudi âlimlerinden iken sonradan hıristiyan olan bu bilgili rahibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şeyler ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defalarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmemişti. Her sabah manastırın damına çıkıp kafilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey beklerdi. Rahib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuştu ve heyecanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiğini görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekteydi. Kervan konaklayınca da Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini de görerek iyice heyecanlanmıştı. Hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de davetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe davet etti. Kureyş kervanında bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözlemek üzere bırakıp rahip Bahîra’nın yanına gittiler. Bahîra gelenlere dikkatle bakıp (Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?) diye sorunca, evet, bir kişi var dediler. Çünkü Kureyşliler geldiği halde bulut duruyordu. Bulut gelmeyince kervanda davete gelmeyen olduğunu anladı. Rahip Bahîra ısrarla onun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle ona bakmaya, incelemeye başladı. Yemekten sonra hallerine işlerine dair bir çok sualler sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsi için âhır zamanda gelecek olan peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührünü de görünce Ebû Tâlib’e (Bu çocuk senin neslinden midir?) dedi. Ebû Tâlib oğlum deyince Bahîra (Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.) dedi. Bu sefer Ebû Tâlib (O benim kardeşimin oğludur.). Babası ne oldu deyince, babası onun doğmasına yakın bir sırada öldü cevabını alan Bahîra, (Doğru söyledin), annesi ne oldu? dedi. O da öldü deyince (doğru söyledin) diyen Bahîra, Peygamberimize (sallâllâhü aleyhi ve sellem) dönüp, putlar adına yemin verdi ve soracaklarıma cevap ver dedi. Peygamberimiz (sallâllâhü aleyhi ve sellem) Bahîra’ya putların ismiyle yemin verme. Ben onlardan nefret ederim, dedi. Bahîra, bu sefer Allah adına yemin edip sormaya başladı. Uyur musun, dedi. Gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz buyurdu. Bahîra daha birçok sual sorup cevap aldı. Sonra Ebû Tâlib’e, bu çocuğun gözlerindeki kırmızılık devamlı mıdır? dedi. Ebû Tâlib, evet hiç kaybolmaz dedi. Sonra Peygamberimize (sallâllâhü aleyhi ve sellem) sırtını açmasını rica etti. Ebû Tâlib arzusunu yerine getir deyince, mübârek sırtını açtı. Bahîra nübüvvet mührünü görünce kitaplarda okuduğu mühim alâmetlerden olduğunu anladı. Nübüvvet mührünü öptü. Gözlerinden yaş boşandı. (Ben şehâdet ederim ki sen Allahın Resûlüsün) dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: (Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu hasetçi yahudilerden koru! Vallahi yahudiler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse O’na bir zarar vermeğe kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacak. Bunun getireceği din bütün yeryüzüne yayılacaktır. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.) dedi. Ebû Tâlib misak nedir? dedi. Bahîra dedi ki: (Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da İsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır) dedi. Ebû Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti. Mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselâmı daha da çok sevdi. Ömrü boyunca O’nu daima korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu. Her haliyle faziletler ve güzellikler sahibi müstesna bir insan olarak büyümekte olan Muhammed aleyhisselâm, onyedi yaşına girmişti. Bu sırada Yemen’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice harikulade halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabilesi arasında (Bunun şanı pek yüce olacak) diye söylenmeye başlandı...