Birinci Cihan Savaşı sona erdi. Müttefikler İslâm Devleti'nin bütün beldelerini işgal ettiler. Onların nihai hedefi bu devleti tamamen yok etmek ve bir daha kuruluşunu engellemekti. Nitekim onlar bu devleti nihai şekilde yok ettiler ve İslâm dünyasının herhangi bir kısmında İslâm Devleti'nin tekrar kurulmasını engellemek için çalışmaya başladılar. Bunun için bir kaç plan çizdiler. Ve İslâm Devleti'nin tekrar var olmamasını garanti edecek bir çok usluplar kullandılar. Ve hala bunun için çalışıyorlar.
Sömürgeci kâfirler, İslâm memleketlerini işgal eder etmez çizdikleri esaslar üzerine bu memleketlere yönetimlerini yerleştirmeye başladılar. 1918'de Osmanlı Devleti'nin yönetimi altında bulunan beldeleri işgal ettiler. 1922 senesine kadar bu beldelerde askerî yönetimi kurdular. Kendi yönetimlerini, bazı beldelerde "manda yönetimi" adı altında, bazılarında da "özerklik" adı altında yerleştirdiler. 1924 senesi gelir gelmez düşmanlar özellikle Britanya, İslâm Devleti'nin kuruluşuyla ilgili mevcud olan her şüpheyi yok etmek için çeşitli işler yaptılar. Bu senede M. Kemal, sömürgeci kâfirlerin tesiri ile Osmanlı Devleti'nden Hilâfet'i kaldırıp yerine Demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. İslâm Devleti'nin geri dönmesi ile ilgili son ümidi kaldırdı.
O sene Hicaz'dan da Hüseyin b. Ali çıkartıldı ve Kıbrıs'ta hapsedildi. Çünkü o, halife olmayı istiyordu. Aynı sene Kahire'de yapılan Hilâfet Konferansına İngilizler ajanları vasıtası ile müdahale ettiler. O konferansın dağılmasına ve başarısız hale gelmesine çalıştılar. Aynı sene İngilizler, Hindistan'da kurulan Hilâfet Cemiyetini ilga etmek, çalışmasını suya düşürmek ve seyrinin millî ve milliyetçi hale dönüşmesini sağlamak için çalıştılar.
Yine aynı sene sömürgeci kâfirlerin tesiri ile Mısır'da Ezher'in bazı alimleri tarafından dini devletten ayırmaya davet eden, İslâm'da yönetim esaslarının bulunmadığını iddia eden İslâm'ı kehanetçi bir din suretinde gösteren, İslâm'da yönetimle ve devletle ilgili bir şeyin geçmediğini anlatan bir takım yazılar ve kitaplar çıkartıldı. O sene ve ertesi senelerde Arap memleketlerinde şu iki konu üzerinde kısır tartışmalar çıktı. “Arap Camiası/Birliği” mi daha iyi ve daha sağlıklıdır, yoksa “İslâm Birliği” mi daha iyi ve sağlıklıdır. Gazeteler ve dergiler bu iki konuyla uzun müddet meşgul oldu. Halbuki “İslâm Birliği” ve “Arap Birliği” ikisi de doğru ve sağlıklı bir şey değildir. Ayrıca onların var olmaları İslâm Devleti'nin kuruluşunu engeller. Fakat sömürgeci kâfirler, zihinleri İslâm Devleti'nden uzaklaştırmak için bu tartışmayı ortaya çıkarttılar. Bu şekilde sömürgeciler İslâm beldelerinde Hilâfet ve İslâm Devleti düşüncesini zihinlerden uzaklaştırabildiler.
Sömürgeciler, işgalden önce Türk gençleri arasında Türk milleyetçiliğini ve Türkiye'nin Türk olmayan halkların yükünü taşıdığını ve bunun için bu halklardan vazgeçme zamanının geldiği düşüncesini yaymaya başladılar. Türk milliyetçiliği ve Türkiye'nin Türk olmayan memleketlerinden bağımsız olmasını temin etmek için çalışacak siyasî partiler kuruldu. Sömürgeci kâfir, Arab gençleri arasında da Arap milliyetçiliği ile ilgili sözleri, Türkiye'nin sömürgeci bir devlet olduğu ve Arablar için Türk sömürgeciliği buyonduruluğundan kurtulmanın zamanının geldiği fikirlerini yaymaya başladılar. Arab birliği ve Arab istiklali uğruna çalışılacak siyasî partiler kurdurdular.
İşgal gerçekleşince, işgalci kâfirler milliyetçi sözleri yaymaya başladılar. Bu sözler İslâm yerine geçer oldu. Bunun neticesi Türkler millî (vatancı) ve milliyetçi esasa dayalı bir bağımsızlık gerçekleştirdiler. Araplar da millî ve milliyetçi esasa dayalı bağımsız yönetimi gerçekleştirmeye çalıştılır. Millî ve milliyetçi sözler yayılıp havayı doldurdu. Övünme ve kendisini aziz görme kaynağı o kelimeler oldu.
Sömürgeciler bununla yetinmediler. İslâm hakkında ve İslâm'daki yönetim nizamı hakkında hatalı çarpık mefhumlar yaydılar. Hilâfet'i papalık suretinde, kehanetçi dini bir yönetim şeklinde göstermeye çalıştılar. Öyle oldu ki müslümanlar halife kelimesinden sözetmekten ve Hilâfet'i istemekten utanmaya, kaçınmaya başladılar. Müslümanlar arasında Hilâfet'i istemenin gericilik ve yobazlık olduğuna, bir kültürlü tarafından öyle şey sadır olmasının caiz olmadığına ve düşünür bir insanın öyle şeyi söyleyemiyeceğine dair genel örf oluştu.
Bu millî (vatancı), milliyetçi atmosfer içerisinde İslâm beldeleri birer devletçiklere bölünüp, her memleketin ahalisi bu bölünmeyi yerleştirmeye başladılar. Osmanlı Devleti bir kaç parçaya bölündü ki onlar da şunlardır: Türkiye, Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Doğu Ürdün, Hicaz, Necd ve Yemen. Siyasetle uğraşan kişiler ister sömürgeci kâfirlerin ajanları olsun ister diğrlerinden iyi niyetliler olsun her memlekette bağımsızlığı gerçekleştirmek için konferanslar yapmaya başladılar. Yani sömürgecilerin diğer parçalar dışında kendileri için çizdiği parçanın istiklalini gerçekleştirmek ve ayrı devletini kurmak için böyle konferanslar yapmaya başladılar. Ondan sonra her bir bölge bir devlet adı altında bağımsız bir varlığa dönüştü. İşte bu esas üzerine Türkiye devleti, Irak devleti, Suriye devleti, Mısır devleti ve diğerleri kuruldu. Sonra Filistin'de Yahudiler için daha sonra “devlet” ismi altında müstakil bir varlığa dönüşecek bir millî vatan kurdular. Sömürgeci kâfirler bu varlığı tesis ederken müslümanların memleketlerine geçmek için bir köprü olsun, müslümanların İngiltere, Amerika ve Fransa gibi batı devletleri olan sömürgeci kâfirlerle mücadeleden uzaklaştırıp onunla meşgul olsunlar. Bu varlık, İslâm Devleti'nin tekrar kurulması önünde bir engel olsun. Böylece coğrafî konum ve genel atmosfer müslümanların kurtuluşunu gerçekleştirmeyi engelleyecek bir vaziyet üzerinde yerleştirildi.
Sömürgeci kâfirler iktisatta kapitalist düzeni, yönetimde demokratik düzeni, idare ve yargıda batı kanunlarını uyguladılar. Böylece hadaretlerini ve hayat hakkındaki mefhumlarını yerleştirdiler. Hayat hakkında bakış açısını müslümanların hayatta yürüyecekleri metod yapıp, yaşam tarzı haline getirmek için yerleştirmeye çalıştılar. Bu alanda tam başarı elde ettiler. Nitekim Mısır'ı ayrı bir saltanat (krallık) haline getirip orada parlamenter krallık sistemini kurdular. Lübnan ve Suriye'de birer cumhuriyet sistemini kurdular. Doğu Ürdün'de bir emirlik kurdular. Filistin'de manda yönetimi kurdular. Ondan sonra bunu bir devlet adı altında Yahudiler arasında parlamenter demokratik bir sisteme dönüştürdüler. Filistin'den kalan diğer kısmı Doğu Ürdün'e ilhak edip orada parlamenter krallık kurdular. Hicaz'da ve Yemen'de birer diktatör kraliyet sistemi kurdular. Türkiye'de cumhuriyet, Afganistan'da varesete dayalı krallık sistemini kurdular. İran'ın Şahlık sistemine bağlı kalması için teşvik ettiler. Hindistan'da sömürgeciliklerini devam ettirdiler. Ondan sonra onu bölüp iki devlet kurdular.
Böylece sömürgeci kâfirler, kendi nizamlarını İslâm beldelerinde uygulanır hale getirdiler. Nizamlarını uygulamakla İslâm yönetimini tekrar elde etme düşüncesini müslümanların nefislerinde zaafa uğrattılar. Bununla yetinmediler, kurdukları nizamı korumak için her memleketin ahalisini birer bekçiler haline getirdiler. Çünkü, her memleketin ahalisi memleketlerinde kurulan devletin kendilerinin olduğunu sandılar. Devletin istiklalinin diğer memleketlerden ayrı olarak korunmasının gerekli olduğunu düşünmeye başladılar. Böylece Iraklılar Türkiye'de ve Suriyeliler de Mısır'da birer yabancı olarak sayılmaya başlandı. Her memlekette aynı durum geçerli oldu. Her memleketin yöneticileri, kurulan demokratik kapitalist sistemi kâfir sömürgecilerden daha fazla korumaya ve hırs göstermeye başladılar. Sömürgecilerin onlar için kurdukları sistem ve anayasayı koruma vazifesini eda etmede tam birer memur oldular. Bunu değiştirmek için herhangi bir hareketin çıkmasını gayri meşru saydılar. Sömürgecilerin yürürlüğe koyduğu kanunlarla o hareketi cezalandırmaya başladılar.
Kâfir sömürgeciler, Batı kanunlarını daha önce İslâm beldelerinde ajanları vasıtası ile uygulamaya çalışırken daha sonra direk olarak uyguladılar. Şöyle ki: Sömürgeciler 19. yüzyılın ortalarından itibaren batı kanunlarını İslâm beldelerine sokmaya çalıştılar. Mısır'da sömürgeciler, Fransız medenî kanununu şerî hükümlerin yerine koymak için ajanlarını teşvik etmeye başladılar. Bunda başarılı oldular. Böylece Mısır 1883 senesinden itibaren Fransız kanunlarını uygulamaya başladı. Nitekim eski Fransız kanununu tercüme edip orada kanun haline getirdiler ve şerî hükümler yerine mahkemelerde uygulamaya koydular.
Osmanlı Devleti'nde 1856 senesinden itibaren batı kanunlarını almak için bir hareket ortaya çıktı. Fakat Mısır'da gördüğü kolaylığı burada göremedi. Çünkü, Osmanlı Devleti'nde İslâm Hilâfeti henüz kaldırılmamıştı. Fakat sömürgecilerin ısrarları ve kendilerine ajanlarının icabet etmeleri ceza kanunları, hukuk ve ticaret kanunlarını İslâm'a aykırı olmadığına dair fetva ile sokabildiler. Ondan sonra bazı şerî hükümler uydurmak şekli ile kanun haline getirme düşüncesi ortaya çıktı. Ondan sonra şerî hükümleri ihtiva eden Mecelle bir kanun şekli ile yazıldı. Mahkemeler ikiye bölündü. Kanun şekli ile şerî hükümleri uygulayacak "şerî mahkeme" ve alimlerin fetvası ile İslâm'a aykırı olmayan batı kanunlarını uygulayan "nizamî (medenî) mahkeme". Şerî kanunlar batı kanunlarını taklid edecek bir ifade şekliyle açıklanmıştır. Kanunlarla ilgili husus böyledir.
Anayasa ile ilgili husus ise; devlet için bir anayasa çıkartmak ve bu anayasayı Fransız anayasasından iktibas etmek maksadıyla meydana çıkan hareketle Batıdan kanunları almak için meydana gelen hareket aynı zamanda başladı. 1878'da neredeyse başarılı olacaktı. Fakat müslümanların mukavemeti ve buna karşı çıkmaları o hareketi başarısız kıldı. Ancak sömürgeci kâfirlerin durmadan çalışmaları, ajanlarının ve kültürleriyle aldananların başarısı o anayasa hareketinin tekrar meydana çıkmasını sağladı. Böylece muvaffak oldular. 1908'de Osmanlı Devleti'nde bu anayasa yürürlüğe konuldu. Devlette bu kanunların ve anayasanın yürürlüğe konulmasıyla Arap Yarımadası ve Afganistan dışında bütün İslâm beldeleri genel şekilde Batı kanunları ile idare edilmeye başlandı.
Sömürgeci kâfirler, bu beldeleri işgal eder etmez batı kanunlarını direk olarak uygulamaya başladılar. Bu kanunları İslâmî kanunlar olarak değil medenî kanunlar olarak uygulamaya başladılar. Böylece şerî hükümler terkedildi, İslâm hükmü uzaklaştırılıp küfür hükmü yerleşterildi. Bu hususta kendilerine yardım eden faktör, yönetimin temelini ve hayatla ilgili bütün hususları, öğretimde ve eğitimde çizdikleri siyaset ve programlar esası üzerine oturtmalarıdır. Ve bu durum bu güne kadar tüm İslâm beldelerinde devam etmektedir. Bu programları korumak ve himaye etmek için tahsilliler ordusu oluşturdular ve onları söz sahibi kıldılar. Bunların hepsi sömürgeci kâfirlerin isteğine göre yürümeye başladı.
Öğretim siyaseti ve programları şu iki esas dayanır:
Birincisi; dini hayattan ayırmaktır. Bundan otomatikman dini devletten ayırma hususu doğar ve bu durum müslüman çocuklarının İslâm Devleti'nin kurulma fikri ile savaşmalarını gerektirir. Çünkü İslâm Devleti fikri, gördükleri öğretim ve eğitimin esası ve siyaseti ile çelişmektedir.
İkinci esas ise; bilgi ve kültürle yetişen zihinleri doldurmak için sömürgeci kâfirlerin kişiliği baş kaynak olarak gösterildi. Bu durum, sömürgeci kâfirlere saygı göstermeyi gerektirir ve onu yüceltmeye götürür. Aynı anda ona benzemek ve taklid etmeye yöneltir. Sömürgeci ve kâfir olsa bile bu ona yönelişi meydana getirir. Ayrıca müslümanları horlamayı, ondan uzak kalmayı, ondan nefret etmeyi ve ondan herhangi bir şeyi almamayı icabettirir. Böyle durum olunca, İslâm Devleti'nin kuruluşu ile savaşmayı gerektirecek ve onu gericilik olarak saydıracak.
Sömürgeciler kontrol ettikleri okulların programları ile veya hükümetlerin kendi yerine kurdurduğu okulların programları ile yetinmedi. Bunların yanında sömürgecilik esası üzerine kurulan misyoner okulları kurdu. Bunun yanı sıra yanlış siyasî bilgiler vermeyi ve yanlış yönlendirmeyi ve hatalı, karışık kültürel yönlendirme işini üslenecek kültür enstitüleri ve fakülteleri kurdurdu. Böylece okulların değişik şekilleri ile ve kültür enstitüleri ile toplumda fikrî havayı karıştırıp ümmeti bununla kültürleştirmeye başladı. Bu kültürle ümmeti İslâm Devleti'ni düşünmekten ve onun için çalışmaktan uzaklaştırmaya çalıştı.
Öte yandan bütün İslâm beldelerinde siyasî programlar, "dini hayattan ayırma" esası üzerine kuruldu. Bunun neticesi, tahsilliler nezdinde dini devletten ve halk nezdinde dini siyasetten ayırmak genel bir örf oldu. Bunun sonucu kültürlü ve tahsillilerden bazı topluluklar çıkıp şöyle eddia etmeye başladılar: "Müslümanların geri kalmasının sebebi dine bağlı olmalarından kaynaklanıyor. Bunun için kalkınmanın tek yolu milliyetçilik ve milliyetçi harekettir." Bir de müslümanların geri kalmasının sebebinin ahlâka bağlanmama olduğunu iddia eden topluluklar ortaya çıktı.
Böylece milliyetçi ve vatancılık esası üzerine ve bunun için çalışan ismen siyasî partiler kuruldu. Bu partiler, İslâm esası üzerine çalışmayı sömürgecilerin bir hilesi ve geri kalmaya ve çöküşe götürecek gerici yobaz bir hareket saydılar. Bunun yanı sıra ahlâk, va'z ve irşad esası üzerine cemiyetler kuruldu. Bu cemiyetler fazileti ve ahlâkı yaymaya çalıştılar. Çalışırken siyasete karışmamayı kendi kendilerine şart koştular.
Bu partiler ve bu cemiyetler, İslâm Devleti kurmak için çalışmayı engelleyen birer pratik manzaralar teşkil ettiler. Çünkü bu cemiyetler, zihinleri saptırdı. Zihinleri İslâm Devleti kurmak için şer'an farz olan siyasî çalışmaktan alıkoyup müslümanın İslâm ahkâmını tatbik etmesi sonucu bir netice olarak ortaya çıkacak ve İslâm yönetiminin kuruluşunun tabiî bir neticesi olacak ahlâkî çalışmaya yönlendirdiler. O partiler ise İslâm'la çelişen sömürgeci zihniyet esası üzerine kurulduğu gibi İslâm Devleti'nin kuruluşunu engellemeye çalışan birer kuruluşlardı.
Siyasî programlar yanında bu programları koruyacak ve bunların uygulamasını temin edecek kanunlar ortaya çıkartıldı. İslâmî siyasî parti ve hareketlerin kurulmasını yasaklayan kanunlar çıkartıldı. Bu kanunlar, müslümanları etnik gurublardan bir etnik gurub olarak saydı. Halbuki müslümanlar, o beldelerin ahalisidirler. Çıkartılan kanunlar, kurulacak bir siyasî hareket veya partinin demokratik olması ve üyelerini sadece bir etnik gurupta münhasır kılmaması şartını içerdi. Bunun manası, İslâm Devleti tekrar kurulmasın diye İslâm beldelerinde İslâmî siyasî hareket ve partilerin kurulmasını yasaklamaktı. Müslümanların hayır cemiyetlerinden başka cemiyetler kurma hakları yoktur. İslâm'a dayalı siyasî çalışma yapmak kendilerine yasaktır. Bazı kanunlar, İslâmî siyasî partiler kurmayı cezalandırılacak bir cürüm saydılar. Böylece o siyasî programlar bu çıkartılan kanunlar yoluyla İslâm Devleti'nin kuruluşunu engelleyecek esas üzerine yerleştirildiler.
Sömürgeciler bununla da yetinmediler. Müslamanları İslâm Devleti'ni düşünmekten uzaklaştırmak için kendilerini meşgul edecek basit ve değersiz işlerle uğraştırmaya başladılar. İslâm ümmetini İslâm Devleti gölgesi altında İslâmî hayatı başlatmak ve İslâm Davetini yüklenmek için çalışmaktan uzaklaştırıp kendisini meşgul edecek İslâm Ülkeleri Konferansı gibi İslâmî konferansları yapmaya teşvik ettiler. Bu konferanslar, duyguları boşaltmak için birer araç oldular. Kararları alır, gazetelerde ve radyolarda yalnız haber olsun diye yazarlar. Halbuki bu karaları hiç uygulamazlar. Hatta uygulamak için uğraşmazlar. Ondan sonra sömürgeciler İslâm Devleti'nin var olmasının tehlikesini beyan etmek ve İslâm'da yönetim nizamı bulunmadığını göstermek için yazarları ve konuşmacıları teşvik ettiler. Bu nedenle sömürgecilerin bu davetine hizmet edecek kiralık bazı müslümanların telif, kitap ve risaleleri çıkartıldı. Bundan maksat, müslümanları saptırmak, dinlerinden uzaklaştırmak ve İslâmî hayatı yeniden başlatmak için onların yapacakları çalışmaları engellemekti. Böylece sömürgeciler, İslâm Devleti'ni yok etmelerinden bugüne kadar İslâm Devleti'nin kuruluşunu engellemek için durmadan çeşitli engeller ortaya atıyorlar. Bu devleti ortadan kaldırdıktan sonra bunun kuruluşunu ve tekrar var olmasını engellemek için var olan bütün çabalarını gösteriyorlar.
Kaynak:halifet.com
Sömürgeci kâfirler, İslâm memleketlerini işgal eder etmez çizdikleri esaslar üzerine bu memleketlere yönetimlerini yerleştirmeye başladılar. 1918'de Osmanlı Devleti'nin yönetimi altında bulunan beldeleri işgal ettiler. 1922 senesine kadar bu beldelerde askerî yönetimi kurdular. Kendi yönetimlerini, bazı beldelerde "manda yönetimi" adı altında, bazılarında da "özerklik" adı altında yerleştirdiler. 1924 senesi gelir gelmez düşmanlar özellikle Britanya, İslâm Devleti'nin kuruluşuyla ilgili mevcud olan her şüpheyi yok etmek için çeşitli işler yaptılar. Bu senede M. Kemal, sömürgeci kâfirlerin tesiri ile Osmanlı Devleti'nden Hilâfet'i kaldırıp yerine Demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. İslâm Devleti'nin geri dönmesi ile ilgili son ümidi kaldırdı.
O sene Hicaz'dan da Hüseyin b. Ali çıkartıldı ve Kıbrıs'ta hapsedildi. Çünkü o, halife olmayı istiyordu. Aynı sene Kahire'de yapılan Hilâfet Konferansına İngilizler ajanları vasıtası ile müdahale ettiler. O konferansın dağılmasına ve başarısız hale gelmesine çalıştılar. Aynı sene İngilizler, Hindistan'da kurulan Hilâfet Cemiyetini ilga etmek, çalışmasını suya düşürmek ve seyrinin millî ve milliyetçi hale dönüşmesini sağlamak için çalıştılar.
Yine aynı sene sömürgeci kâfirlerin tesiri ile Mısır'da Ezher'in bazı alimleri tarafından dini devletten ayırmaya davet eden, İslâm'da yönetim esaslarının bulunmadığını iddia eden İslâm'ı kehanetçi bir din suretinde gösteren, İslâm'da yönetimle ve devletle ilgili bir şeyin geçmediğini anlatan bir takım yazılar ve kitaplar çıkartıldı. O sene ve ertesi senelerde Arap memleketlerinde şu iki konu üzerinde kısır tartışmalar çıktı. “Arap Camiası/Birliği” mi daha iyi ve daha sağlıklıdır, yoksa “İslâm Birliği” mi daha iyi ve sağlıklıdır. Gazeteler ve dergiler bu iki konuyla uzun müddet meşgul oldu. Halbuki “İslâm Birliği” ve “Arap Birliği” ikisi de doğru ve sağlıklı bir şey değildir. Ayrıca onların var olmaları İslâm Devleti'nin kuruluşunu engeller. Fakat sömürgeci kâfirler, zihinleri İslâm Devleti'nden uzaklaştırmak için bu tartışmayı ortaya çıkarttılar. Bu şekilde sömürgeciler İslâm beldelerinde Hilâfet ve İslâm Devleti düşüncesini zihinlerden uzaklaştırabildiler.
Sömürgeciler, işgalden önce Türk gençleri arasında Türk milleyetçiliğini ve Türkiye'nin Türk olmayan halkların yükünü taşıdığını ve bunun için bu halklardan vazgeçme zamanının geldiği düşüncesini yaymaya başladılar. Türk milliyetçiliği ve Türkiye'nin Türk olmayan memleketlerinden bağımsız olmasını temin etmek için çalışacak siyasî partiler kuruldu. Sömürgeci kâfir, Arab gençleri arasında da Arap milliyetçiliği ile ilgili sözleri, Türkiye'nin sömürgeci bir devlet olduğu ve Arablar için Türk sömürgeciliği buyonduruluğundan kurtulmanın zamanının geldiği fikirlerini yaymaya başladılar. Arab birliği ve Arab istiklali uğruna çalışılacak siyasî partiler kurdurdular.
İşgal gerçekleşince, işgalci kâfirler milliyetçi sözleri yaymaya başladılar. Bu sözler İslâm yerine geçer oldu. Bunun neticesi Türkler millî (vatancı) ve milliyetçi esasa dayalı bir bağımsızlık gerçekleştirdiler. Araplar da millî ve milliyetçi esasa dayalı bağımsız yönetimi gerçekleştirmeye çalıştılır. Millî ve milliyetçi sözler yayılıp havayı doldurdu. Övünme ve kendisini aziz görme kaynağı o kelimeler oldu.
Sömürgeciler bununla yetinmediler. İslâm hakkında ve İslâm'daki yönetim nizamı hakkında hatalı çarpık mefhumlar yaydılar. Hilâfet'i papalık suretinde, kehanetçi dini bir yönetim şeklinde göstermeye çalıştılar. Öyle oldu ki müslümanlar halife kelimesinden sözetmekten ve Hilâfet'i istemekten utanmaya, kaçınmaya başladılar. Müslümanlar arasında Hilâfet'i istemenin gericilik ve yobazlık olduğuna, bir kültürlü tarafından öyle şey sadır olmasının caiz olmadığına ve düşünür bir insanın öyle şeyi söyleyemiyeceğine dair genel örf oluştu.
Bu millî (vatancı), milliyetçi atmosfer içerisinde İslâm beldeleri birer devletçiklere bölünüp, her memleketin ahalisi bu bölünmeyi yerleştirmeye başladılar. Osmanlı Devleti bir kaç parçaya bölündü ki onlar da şunlardır: Türkiye, Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Doğu Ürdün, Hicaz, Necd ve Yemen. Siyasetle uğraşan kişiler ister sömürgeci kâfirlerin ajanları olsun ister diğrlerinden iyi niyetliler olsun her memlekette bağımsızlığı gerçekleştirmek için konferanslar yapmaya başladılar. Yani sömürgecilerin diğer parçalar dışında kendileri için çizdiği parçanın istiklalini gerçekleştirmek ve ayrı devletini kurmak için böyle konferanslar yapmaya başladılar. Ondan sonra her bir bölge bir devlet adı altında bağımsız bir varlığa dönüştü. İşte bu esas üzerine Türkiye devleti, Irak devleti, Suriye devleti, Mısır devleti ve diğerleri kuruldu. Sonra Filistin'de Yahudiler için daha sonra “devlet” ismi altında müstakil bir varlığa dönüşecek bir millî vatan kurdular. Sömürgeci kâfirler bu varlığı tesis ederken müslümanların memleketlerine geçmek için bir köprü olsun, müslümanların İngiltere, Amerika ve Fransa gibi batı devletleri olan sömürgeci kâfirlerle mücadeleden uzaklaştırıp onunla meşgul olsunlar. Bu varlık, İslâm Devleti'nin tekrar kurulması önünde bir engel olsun. Böylece coğrafî konum ve genel atmosfer müslümanların kurtuluşunu gerçekleştirmeyi engelleyecek bir vaziyet üzerinde yerleştirildi.
Sömürgeci kâfirler iktisatta kapitalist düzeni, yönetimde demokratik düzeni, idare ve yargıda batı kanunlarını uyguladılar. Böylece hadaretlerini ve hayat hakkındaki mefhumlarını yerleştirdiler. Hayat hakkında bakış açısını müslümanların hayatta yürüyecekleri metod yapıp, yaşam tarzı haline getirmek için yerleştirmeye çalıştılar. Bu alanda tam başarı elde ettiler. Nitekim Mısır'ı ayrı bir saltanat (krallık) haline getirip orada parlamenter krallık sistemini kurdular. Lübnan ve Suriye'de birer cumhuriyet sistemini kurdular. Doğu Ürdün'de bir emirlik kurdular. Filistin'de manda yönetimi kurdular. Ondan sonra bunu bir devlet adı altında Yahudiler arasında parlamenter demokratik bir sisteme dönüştürdüler. Filistin'den kalan diğer kısmı Doğu Ürdün'e ilhak edip orada parlamenter krallık kurdular. Hicaz'da ve Yemen'de birer diktatör kraliyet sistemi kurdular. Türkiye'de cumhuriyet, Afganistan'da varesete dayalı krallık sistemini kurdular. İran'ın Şahlık sistemine bağlı kalması için teşvik ettiler. Hindistan'da sömürgeciliklerini devam ettirdiler. Ondan sonra onu bölüp iki devlet kurdular.
Böylece sömürgeci kâfirler, kendi nizamlarını İslâm beldelerinde uygulanır hale getirdiler. Nizamlarını uygulamakla İslâm yönetimini tekrar elde etme düşüncesini müslümanların nefislerinde zaafa uğrattılar. Bununla yetinmediler, kurdukları nizamı korumak için her memleketin ahalisini birer bekçiler haline getirdiler. Çünkü, her memleketin ahalisi memleketlerinde kurulan devletin kendilerinin olduğunu sandılar. Devletin istiklalinin diğer memleketlerden ayrı olarak korunmasının gerekli olduğunu düşünmeye başladılar. Böylece Iraklılar Türkiye'de ve Suriyeliler de Mısır'da birer yabancı olarak sayılmaya başlandı. Her memlekette aynı durum geçerli oldu. Her memleketin yöneticileri, kurulan demokratik kapitalist sistemi kâfir sömürgecilerden daha fazla korumaya ve hırs göstermeye başladılar. Sömürgecilerin onlar için kurdukları sistem ve anayasayı koruma vazifesini eda etmede tam birer memur oldular. Bunu değiştirmek için herhangi bir hareketin çıkmasını gayri meşru saydılar. Sömürgecilerin yürürlüğe koyduğu kanunlarla o hareketi cezalandırmaya başladılar.
Kâfir sömürgeciler, Batı kanunlarını daha önce İslâm beldelerinde ajanları vasıtası ile uygulamaya çalışırken daha sonra direk olarak uyguladılar. Şöyle ki: Sömürgeciler 19. yüzyılın ortalarından itibaren batı kanunlarını İslâm beldelerine sokmaya çalıştılar. Mısır'da sömürgeciler, Fransız medenî kanununu şerî hükümlerin yerine koymak için ajanlarını teşvik etmeye başladılar. Bunda başarılı oldular. Böylece Mısır 1883 senesinden itibaren Fransız kanunlarını uygulamaya başladı. Nitekim eski Fransız kanununu tercüme edip orada kanun haline getirdiler ve şerî hükümler yerine mahkemelerde uygulamaya koydular.
Osmanlı Devleti'nde 1856 senesinden itibaren batı kanunlarını almak için bir hareket ortaya çıktı. Fakat Mısır'da gördüğü kolaylığı burada göremedi. Çünkü, Osmanlı Devleti'nde İslâm Hilâfeti henüz kaldırılmamıştı. Fakat sömürgecilerin ısrarları ve kendilerine ajanlarının icabet etmeleri ceza kanunları, hukuk ve ticaret kanunlarını İslâm'a aykırı olmadığına dair fetva ile sokabildiler. Ondan sonra bazı şerî hükümler uydurmak şekli ile kanun haline getirme düşüncesi ortaya çıktı. Ondan sonra şerî hükümleri ihtiva eden Mecelle bir kanun şekli ile yazıldı. Mahkemeler ikiye bölündü. Kanun şekli ile şerî hükümleri uygulayacak "şerî mahkeme" ve alimlerin fetvası ile İslâm'a aykırı olmayan batı kanunlarını uygulayan "nizamî (medenî) mahkeme". Şerî kanunlar batı kanunlarını taklid edecek bir ifade şekliyle açıklanmıştır. Kanunlarla ilgili husus böyledir.
Anayasa ile ilgili husus ise; devlet için bir anayasa çıkartmak ve bu anayasayı Fransız anayasasından iktibas etmek maksadıyla meydana çıkan hareketle Batıdan kanunları almak için meydana gelen hareket aynı zamanda başladı. 1878'da neredeyse başarılı olacaktı. Fakat müslümanların mukavemeti ve buna karşı çıkmaları o hareketi başarısız kıldı. Ancak sömürgeci kâfirlerin durmadan çalışmaları, ajanlarının ve kültürleriyle aldananların başarısı o anayasa hareketinin tekrar meydana çıkmasını sağladı. Böylece muvaffak oldular. 1908'de Osmanlı Devleti'nde bu anayasa yürürlüğe konuldu. Devlette bu kanunların ve anayasanın yürürlüğe konulmasıyla Arap Yarımadası ve Afganistan dışında bütün İslâm beldeleri genel şekilde Batı kanunları ile idare edilmeye başlandı.
Sömürgeci kâfirler, bu beldeleri işgal eder etmez batı kanunlarını direk olarak uygulamaya başladılar. Bu kanunları İslâmî kanunlar olarak değil medenî kanunlar olarak uygulamaya başladılar. Böylece şerî hükümler terkedildi, İslâm hükmü uzaklaştırılıp küfür hükmü yerleşterildi. Bu hususta kendilerine yardım eden faktör, yönetimin temelini ve hayatla ilgili bütün hususları, öğretimde ve eğitimde çizdikleri siyaset ve programlar esası üzerine oturtmalarıdır. Ve bu durum bu güne kadar tüm İslâm beldelerinde devam etmektedir. Bu programları korumak ve himaye etmek için tahsilliler ordusu oluşturdular ve onları söz sahibi kıldılar. Bunların hepsi sömürgeci kâfirlerin isteğine göre yürümeye başladı.
Öğretim siyaseti ve programları şu iki esas dayanır:
Birincisi; dini hayattan ayırmaktır. Bundan otomatikman dini devletten ayırma hususu doğar ve bu durum müslüman çocuklarının İslâm Devleti'nin kurulma fikri ile savaşmalarını gerektirir. Çünkü İslâm Devleti fikri, gördükleri öğretim ve eğitimin esası ve siyaseti ile çelişmektedir.
İkinci esas ise; bilgi ve kültürle yetişen zihinleri doldurmak için sömürgeci kâfirlerin kişiliği baş kaynak olarak gösterildi. Bu durum, sömürgeci kâfirlere saygı göstermeyi gerektirir ve onu yüceltmeye götürür. Aynı anda ona benzemek ve taklid etmeye yöneltir. Sömürgeci ve kâfir olsa bile bu ona yönelişi meydana getirir. Ayrıca müslümanları horlamayı, ondan uzak kalmayı, ondan nefret etmeyi ve ondan herhangi bir şeyi almamayı icabettirir. Böyle durum olunca, İslâm Devleti'nin kuruluşu ile savaşmayı gerektirecek ve onu gericilik olarak saydıracak.
Sömürgeciler kontrol ettikleri okulların programları ile veya hükümetlerin kendi yerine kurdurduğu okulların programları ile yetinmedi. Bunların yanında sömürgecilik esası üzerine kurulan misyoner okulları kurdu. Bunun yanı sıra yanlış siyasî bilgiler vermeyi ve yanlış yönlendirmeyi ve hatalı, karışık kültürel yönlendirme işini üslenecek kültür enstitüleri ve fakülteleri kurdurdu. Böylece okulların değişik şekilleri ile ve kültür enstitüleri ile toplumda fikrî havayı karıştırıp ümmeti bununla kültürleştirmeye başladı. Bu kültürle ümmeti İslâm Devleti'ni düşünmekten ve onun için çalışmaktan uzaklaştırmaya çalıştı.
Öte yandan bütün İslâm beldelerinde siyasî programlar, "dini hayattan ayırma" esası üzerine kuruldu. Bunun neticesi, tahsilliler nezdinde dini devletten ve halk nezdinde dini siyasetten ayırmak genel bir örf oldu. Bunun sonucu kültürlü ve tahsillilerden bazı topluluklar çıkıp şöyle eddia etmeye başladılar: "Müslümanların geri kalmasının sebebi dine bağlı olmalarından kaynaklanıyor. Bunun için kalkınmanın tek yolu milliyetçilik ve milliyetçi harekettir." Bir de müslümanların geri kalmasının sebebinin ahlâka bağlanmama olduğunu iddia eden topluluklar ortaya çıktı.
Böylece milliyetçi ve vatancılık esası üzerine ve bunun için çalışan ismen siyasî partiler kuruldu. Bu partiler, İslâm esası üzerine çalışmayı sömürgecilerin bir hilesi ve geri kalmaya ve çöküşe götürecek gerici yobaz bir hareket saydılar. Bunun yanı sıra ahlâk, va'z ve irşad esası üzerine cemiyetler kuruldu. Bu cemiyetler fazileti ve ahlâkı yaymaya çalıştılar. Çalışırken siyasete karışmamayı kendi kendilerine şart koştular.
Bu partiler ve bu cemiyetler, İslâm Devleti kurmak için çalışmayı engelleyen birer pratik manzaralar teşkil ettiler. Çünkü bu cemiyetler, zihinleri saptırdı. Zihinleri İslâm Devleti kurmak için şer'an farz olan siyasî çalışmaktan alıkoyup müslümanın İslâm ahkâmını tatbik etmesi sonucu bir netice olarak ortaya çıkacak ve İslâm yönetiminin kuruluşunun tabiî bir neticesi olacak ahlâkî çalışmaya yönlendirdiler. O partiler ise İslâm'la çelişen sömürgeci zihniyet esası üzerine kurulduğu gibi İslâm Devleti'nin kuruluşunu engellemeye çalışan birer kuruluşlardı.
Siyasî programlar yanında bu programları koruyacak ve bunların uygulamasını temin edecek kanunlar ortaya çıkartıldı. İslâmî siyasî parti ve hareketlerin kurulmasını yasaklayan kanunlar çıkartıldı. Bu kanunlar, müslümanları etnik gurublardan bir etnik gurub olarak saydı. Halbuki müslümanlar, o beldelerin ahalisidirler. Çıkartılan kanunlar, kurulacak bir siyasî hareket veya partinin demokratik olması ve üyelerini sadece bir etnik gurupta münhasır kılmaması şartını içerdi. Bunun manası, İslâm Devleti tekrar kurulmasın diye İslâm beldelerinde İslâmî siyasî hareket ve partilerin kurulmasını yasaklamaktı. Müslümanların hayır cemiyetlerinden başka cemiyetler kurma hakları yoktur. İslâm'a dayalı siyasî çalışma yapmak kendilerine yasaktır. Bazı kanunlar, İslâmî siyasî partiler kurmayı cezalandırılacak bir cürüm saydılar. Böylece o siyasî programlar bu çıkartılan kanunlar yoluyla İslâm Devleti'nin kuruluşunu engelleyecek esas üzerine yerleştirildiler.
Sömürgeciler bununla da yetinmediler. Müslamanları İslâm Devleti'ni düşünmekten uzaklaştırmak için kendilerini meşgul edecek basit ve değersiz işlerle uğraştırmaya başladılar. İslâm ümmetini İslâm Devleti gölgesi altında İslâmî hayatı başlatmak ve İslâm Davetini yüklenmek için çalışmaktan uzaklaştırıp kendisini meşgul edecek İslâm Ülkeleri Konferansı gibi İslâmî konferansları yapmaya teşvik ettiler. Bu konferanslar, duyguları boşaltmak için birer araç oldular. Kararları alır, gazetelerde ve radyolarda yalnız haber olsun diye yazarlar. Halbuki bu karaları hiç uygulamazlar. Hatta uygulamak için uğraşmazlar. Ondan sonra sömürgeciler İslâm Devleti'nin var olmasının tehlikesini beyan etmek ve İslâm'da yönetim nizamı bulunmadığını göstermek için yazarları ve konuşmacıları teşvik ettiler. Bu nedenle sömürgecilerin bu davetine hizmet edecek kiralık bazı müslümanların telif, kitap ve risaleleri çıkartıldı. Bundan maksat, müslümanları saptırmak, dinlerinden uzaklaştırmak ve İslâmî hayatı yeniden başlatmak için onların yapacakları çalışmaları engellemekti. Böylece sömürgeciler, İslâm Devleti'ni yok etmelerinden bugüne kadar İslâm Devleti'nin kuruluşunu engellemek için durmadan çeşitli engeller ortaya atıyorlar. Bu devleti ortadan kaldırdıktan sonra bunun kuruluşunu ve tekrar var olmasını engellemek için var olan bütün çabalarını gösteriyorlar.
Kaynak:halifet.com