Hz.Süleyman (a.s.), İsrailoğullarına tarihde görülmemiş bir rahatlık ve huzur kazandırmıştı. Hem ekonomik, hem inanç, hem de siyasi açıdan güçlü bir devlet ve toplum halini almış ve hiçbir topluma verilmeyen nimetler onlara verilmişti. Şükrün yerini nankörlük, itaatin yerini isyan alınca dedelerinin başına gelenlere düçar olacakları kaçınılmaz olacaktı. Dedelerinin başına gelenlerden ders alıp hak yolu takip etmeleri gerekirken, kendilerine verilen o kadar nimeti üstünlük vesilesi bilip hak yoldan sapmaya başladılar.
İsrailoğulları kendi bölgelerinde ve etrafda bulunan diğer kabilelere karşı üstünlük taslayıp hakimiyetlerine alarak onlara haksızlık ve zulüm etmeye başladılar. Ellerindeki güç ve kuderetin kendi hünerleri olduğunu düşünüyor, semavi dinin ve ilahi peygamberlerin sayesinde olduğunu unutmuşlardı. Samirri’nın neslinden gelen putperest ve müşrikler toplumdan hiç eksik olmamış inananları hak yoldan ayırmak için amansız bir mücadele veriyorlardı.
Hz. Süleyman’ın (a.s.) vefatından sonra peygamberler sayesinde sahip oldukları azamet ve kudret yavaş yavaş yok olmaya yüz tutmuştu. Zalim hükümdar ve padişahların zorla insanlara hüküm sürmelerinden İsrailoğulları da nasiplerini alıyorlardı.
İsrailoğullarına, Hz. Süleyman’dan (a.s.) sonra birçok peygamber gelmesine rağmen tarihlerinde gördükleri zulüm ve zelillikten daha beterini çekmek zorunda kalmışlardı.
Allah-u Teala, yine sonsuz rahmetini göstermiş İsrailoğullarına Hz. Harun’un (a.s.) soyundan olan Hz. Zekeriya’yı (a.s), onları hak yola davet etmesi için peygamber olarak gönderiyordu. Ama toplum itikadi yönden öyle yozlaşmıştı ki, Hz. Musa (a.s) şeriatından eser kalmamış, toplumun dini önderliğini üstlenen din alimleri dünyaya dalarak toplumun siyasi liderliğini müşrik, zalim hükümdarlara bırakmış yanlızca halkı kendi yazdıkları şeriat hükümleriyle irşad etmeye çalışıyorlardı. Dini, mukaddes mabed olan “Mabed-i Süleyman”a haps etmiş bu mabedin ayakda kalması ve kendi hakimiyetlerini sürdürebilmeleri için de halka dini kurbanlar, nezir ve adaklar teşri etmişler ve halkı mabed için özel vergi vermeye mahkum etmişlerdi. Aynı zamanda zamanın hükümdarıyla da yakın ilişkilerini sürdürüyor ve kendi hakimiyetleri için onların hakimiyetlerinin devamı için çalışıyorlardı. Böyle bir toplum içinde Hz. Zekeriya’nın (a.s) halkı irşad etmede başarılı olmasını bir kenara bırakalım peygamber olarak tanınması bile bir mucizeydi. Süleyman mabedini idare eden din alimleri, Hz. Zekeriya’nın (a.s) peygamber olduğunu kabul etmedikleri gibi halkın kabul etmesine dahi tahammül edemiyorlardı, her fırsatta O’na eziyet ediyor başarılı olmasını istemiyorlardı, çünkü Hz. Musa (a.s.) şeriatını bilen, onu koruyan ve halka tebliğ eden tek kişiydi. Din adamlarının çıkarlarına engel olduğu için Hz.Zekeriya’nın (a.s.) başarılı olmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hz. Zekeriya’nın (a.s.) çocuğu olmadığı için bunun peygamberin bir eksikliği olduğunu dolayısıyla peygamber olamıyacağını iddia ediyorlardı.
İsrailoğulları bir taraftan zalim hükümdarın zulümleri altında inlerken diğer taraftan din adına kendilerine zulmeden bu din adamlarından bıkmışlardı artık. Allah’tan kendilerini bu zulümlerden kurtaracak birini göndermesi için dua ediyorlardı.
Hz. Meryem’in (s.a.) babasi İmran (a.s) Allah’ın bir kurtarıcı göndereceğinin vaadini ve bu kurtarıcının kendi neslinden olacağının müjdesini vermişti. İsrailoğulları bu vaadin gerçekleşmesi için dualar edip beklerken, bir taraftan Hz.Musa (a.s) şeriatını tahrif eden din adamlarının içine korku düşmüş diğer taraftan da topluma hakim zalim hükümdarlar endişeyle yaşıyorlardı. Bu kurtarıcının her iki grubun da hakimiyetlerine son vereceğinı çok iyi biliyorlardı.
Müjdelenen kurtarıcı dünyaya gelmeden önce İsrailoğulları Hz.Musa (a.s ) şeriatına bağlı olmalarına rağmen aralarında büyük ihtilaflar olan mezhep ve kabilelere bölünmüşlerdi, bazı konularada ortak görüşe sahip olmalarıyla birlikte şeriati farklı yorumluyor ve kendi elleriyle yazdıkları kitaplara inanıyorlardı hatta itikadi konularda dahi tefrikaya düşmüşlerdi. Bu kabile ve mezheplerden ayakta kalabilenlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Ferisiler : Bu firka milattan 200 yıl önce ortaya çıkmış ve günümüz yahudilerinin çoğunluğunu oluşturduğu fırkadır. Bu fırka aslında putperestlığe karşı bir çok mücadele vermiş, savaşlar yapmış ve birçok şehidler vermiş “Hasidim” fırkasından türemiştir. İtikadi olarak “Ahd-i Atik” diye adlandırılan yazılı Tevrat’a inandıkları gibi Hz. Musa’dan (a.s) sonra nesilden nesile sözlü olarak gelen ve yahudi itikadinin temellerinden sayılacak, Yahudi din adamlarının hekimane sözlerini içeren sözlü (şifahi )Tevrat’a ( Telmud’ta ) inanmaktadırlar. İnsanın iradesi konusunda orta yolu seçen bu fırka, kıyamete, ilahi adalete de inanmaktadırlar. İbadete önem veriyorlardı. Tevrat hakkında en geniş araştırmayı yapan Ferisiler, Tevratın bir harfinin dahi değiştirilmediğini, eksiltip artırılmadığını iddia etmektedirler. Her harfinin ve kelimesinin sırlarla dolu olduğunu savunuyorlar. Babil esirliğinden dönüp Filistin bölgesine döndükleri zamandan uzun bir zamana kadar İsrailoğulları’nın önderliğini yapmış, Süleyman mabedinin hakimiyetini ellerinde bulundurmuşlardır. Mujdelenen kurtarıcı Mesihe en fazla muhalefet eden fırka Ferisilerdir ve isimleri daha sonraları yazılan İncillerde geçmektedir.
2- Sadukiler : Sadukiler bu ismi, Hz. Davud’un (a.s) kehanet makamına seçtiği iddia edilen Saduk bin Ahitub’dan aldıklarını söylemektedirler. Sadukiler ibadetten çok nezir ve kurbanlara önem veriyorlar, örf ve ananelerini yaşatmaya daha fazla ehemmiyet veriyorlardı. Süleyman mabedinin kahinlerinin çoğunu Sadukiler oluşturuyordu. Roma İmparatorluğu’nun valileriyle ilişkileri iyi olan Sadukiler, dedelerinin dinine bağlı kalmayı savunuyor, Ferisilerin Tevrat ve din hakkındaki yorum ve tefsirlerini kabul etmiyorlardı. İtikadi olarak Allah’ın cisim olduğuna inanıyor, Allah’a kesilen kurbanların ülkeye hakim padişaha sunulan hediye gibi görüyorlardı. Nefsin mücerredliğini ve kıyameti inkar ediyor, yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığının bu dünyada verileceğini söylüyor ve insan iradesinin mutlak olduğuna inanıyorlardı. Sadukiler de Ferisiler gibi Hz. İsa ( a.s) dünyaya gelmeden önce ve geldikten sonra muhalefet ve düşmanlık etmişlerdi. Milattan sonra 70 yılında Süleyman mabedinin yıkılmasıyla bu fırka ortadan kalkmıştır.
3- Samiriler : Hz. Süleyman’dan (a.s) sonra parçalanan Filistin topraklarının kuzeyinde yer alan bölümün merkezi olan Samirra’da yaşadıklarından bu ismi almışlardı. Babil esirlerinin geri dönmelerinden sonra ortaya çıkan bu fırkanın İsrailoğulları ve Asurilerden oluştuğu söylenmektedir. İtikadi olarak Tevratın sadece 5 bölümünü kabul ediyor 33 bölümünü inkar ediyorlar. Nablus’da bulunan Harzim dağını mukaddes bilip kible olarak kendilerine seçmişlerdir. Hz. Musa’nın (a.s) da kıblesinin burası olduğunu iddia ediyorlardı. Kendilerine has ibadet ve ayinleri vardı.
4- İsniler : Milattan yüzlerce yıl önce ortaya çıkan bu fırka, milattan sonra Süleyman Mabedinin yok edilmesiyle bunların da nesli tükenmiş sadece isimleri tarih kitaplarında kalmıştır. Şahsi malikiyeti reddeden İsniler evlenmeye de pek sıcak bakmamaktadır. Güncel hayatlarında yalnızca güneşin doğmasıyla çalışmaya başlar öğlen vaktinde işi terkeder topluca yemek yiyip ibadetle meşgul olurlardı. Güneşi kendilerine kıble olarak seçer Süleyman mabedini kible olarak kabul etmezlerdi. Cumartesini tamamen tatil sayar o günü tefekkür ve Tevrat’ı mutalaa ederek geçirirlerdi. Tefsir ve maneviyat alanında yüksek bilgiye sahip İsnilerin Hz. İsa’dan (a.s) sonra hristiyanların fikri alt yapısını oluşturdukları da iddia edilmektedir. İsnilerin Hz. İsa’nın (a.s) şeriatına bağlanıp hristiyanlığı seçtiler. Hz.Zekeriya (a.s) ve Hz.Yahya’nın (a.s) da bu kabileden olduğu söylenmektedir.
5- Kanuniler : Mutaassıp ve gayretli olduklarından bu isim ile adlandırılmışlardır. Romalıların Filistin topraklarını işgal etmelerine şiddetle karşı olduklarından devamlı Roma İmparatorluğu’nun taraftarlarını öldürmek için elbiselerinin altında hançer saklarlardı. Kanunileri diğer fırkalardan ayıran en büyük özellikleri de buydu. İtikadi olarak da Ferisilerle aynı inancı paylaşıyorlardı.
Hz. İsa (a.s) dünyaya gelmeden önce İsrailoğulları fırkalara bölünmüş ve her fırka da Tevrat’ı ve Hz. Musa (a.s) şeriatını kendi çıkarlarına göre tefsir ediyorlardı. Milattan önce zalim padişah ve hükümdarların zulüm ve baskılarının sonucunda ya çoğu yok oldular veya yok denilecek kadar az bir grup halinde diğer fırkaların içinde yaşamlarını sürdürdüler, ayakta kalabilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az miktardaydı. Yukarıda zikr ettiklerimiz ayakta kalabilenlerden en önemlileriydi.
İşte İsrailoğulları böyle bir haldeyken, halktan gerçek manada Hz. Musa (a.s) şeriatına bağlı ve Hz. Zekeriya (a.s) gibi peygamberin irşadından yararlanan çok az inanan vardı ama halkın genelinde bir kurtarıcının geleceğı inancı hakimdi.
Derken Hz. İmran’ın (s.a.) eşi hamile kalıyor, Süleyman mabedinin sömürücü din adamlarının endişe ve korkuları daha da fazlalaşıyor, hatta zalim hükümdarla işbirliği yaparak dünyaya geldikten sonra yok edilmesi gerketiğini belirtiyorlar. Halk ise büyük bir ümitle kurtarıcıyı bekliyordu. Hz.İmran’ın eşi karnındaki çocuğu Süleyman mabedine hizmetçi olarak adak adıyor. “An o zamanı ki İmran’ın eşi, ya rabbi demişdi, karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım, kabul et.” (Al-i İmran / 35.)
Hz. İmran beklenen kurtarıcı dünyaya gelmeden Allah’ın rahmetine kavuşuyor.
Herkes bu doğacak çocuğun kurtarıcı olarak bekledikleri Mesih olduğuna inanmışken dünyaya gelen çocuk kurtarıcıyı doğuracak annesi Meryem’den başkası değildi. İsrailoğulları büyük bir şok yaşıyordu, zalim hükümdar ve Süleyman mabedinin din adamları dünyaya gelen çocuğun kız olması haberiyle rahat bir nefes almış oluyorlardı. Ama ilahi hikmeti anlamaktan yoksun bu zavallılar hakka yöneleceklerine isyan ve zulümlerine devam ediyorlardı; bir taraftan menfaat düşkünü din alimleri ( hahamlar) diğer taraftan zalim hükumet halka baskılarını artırmışdı. Hz. Zekeriya (a.s) bunun ilahi bir imtihan olduğunu anlamıştı ama bunu insanlara anlatmak zordu, kendi peygamberliğini dahi kabul etmeyen halk bunun bir imtihan olduğunu ve Allah’ın vaadinde hilaf olmayacağını ve vaadin gerçekleşeceğini nasıl kabul edecekti.
İsrailoğulları tarih boyunca her türlü zulüm ve zillete, bir gün Mesih gelecek ve onları bu zillet ve zulümden kurtaracak ve dünyaya hüküm sürecekler ümidi ile tahammül ediyorlardı.
Aradan yıllar geçmişti, İsarailoğulları aynı şekilde bu inanç gereği her zulme sabr ediyorlardı. Allah’ın vaadi gerçekleşti, beklenen kurtarıcı, yüce bir kişilik, ilahi ruh ve mucizelerle donatılarak gönderildi. İsrailoğulları sevinç ve mutluluktan bu haberi bütün şehir ve bölgelere yayıyorlardı. Hz İsa (a.s) iki amansız düşmanı vardı biri, halkı din adına sömüren ve Hz.Musa (a.s) şeriatını tahrif eden Süleyman mabedinin idaresini ellerinde bulunduran Hahamlar diğeri ise o zamanda putperestliği yaygınlaştıran ve zulümleriyle halka hüküm süren Roma İmparatorluğu.
Kuratarıcı Mesihin dünyaya geldiği haberini alan Filistin hükümdarı 1. Herod O’nu öldürmeye karar verir ama Allah’ın emriyle Hz. Meryem, yeni dünyaya gelmiş çocuğuyla birlikte Mısır’a hicret ederek Hz. İsa’yı (a.s) onların elinden kurtarıyordu.
Hz.İsa’nın (a.s) dünyaya gelme şeklini ve dünyaya geldikten sonra beşikteyken konuşmasını duyup gören İsrailoğulları’nın çoğu ona iman getirip O’na bağlandılar ama maalesef uzun yıllar O‘nu görüp O’ndan yararlanamadılar. Hz.İsa (a.s) 30 yaşlarında risaletini ilan etmiş tekrar dünyaya geldiği Filistin topraklarına dönmüştü. İsrailoğulları’nın büyük bir çoğunluğu Hz.İsa (a.s) şeriatına bağlanıp O’na iman getirirken azınlık bir grup Hz.Musa (a.s) şeriatında kalmakda inat ederek İsrailoğulları arasında büyük bir ayrılığa sebap oldular. Hz. Musa’dan (a.s) sonra Hz. İsa (a.s) zamanına kadar gelen peygamberler Hz. Musa’nın (a.s) getirdiği şeriata iman etmiş ve ona göre amel etmişlerdi. O’nun şeriatını tebliğ ediyor ve halkı ona tabi olmaya davet ediyorlardı. İsrailoğulları’nın bu zamana kadar olan ihtilafları sadece Hz. Musa’nın (a.s) getirdiği şeriat ve Tevrat’ın tefsir ve beyan edilmesindeydi bundan dolayı kabileler arasında fırkalar ortaya çıkmıştı ama Hz.İsa’nın (a.s) yeni bir şeriat ve İncili getirmesi İsrailoğulları arasında şeriat farklılığını da ortaya çıkarmışdı. Böylece İsrailoğulları arasında Yahudilik ve Hristiyanlık diye iki şeriatın varlığı ve kabileler arasındaki ihtilaflar İsrailoğulları’nı daha da perişan ediyordu.
İlahi emir gereği Hz. İsa’ya (a.s.) iman getirip O’nun getirdiği şeriata tabi olmaları gerekirken cahalet ve inatlarını sürdürerek tahrif ettikleri Hz.Musa (a.s) şeriatına ve kendi elleriyle yazdıkları Tevrat’a amel etmeye devam ettiler. İsrailoğullarının büyük çoğunluğu Hz. İsa’ya (a.s) iman getirerek tarihde “Nasrani” olarak adlandırlıdılar, Hz. İsa’ya iman getirmeyip Ahd-i Atık denilen Tevrat’a inanan İsrailoğulları da “Yahudi” olarak adlandırıldılar.
Böylece miladın başlangıcıyla tek şeriata sahip olma özelliğini kaybeden İsrailoğulları parçalanmış oluyorlardı. Milattan sonra 70 yılına kadar tekrar Filistin topraklarında yaşayan İsailoğullarının yahudiler grubu Süleyman mabedini inşa etmiş orada hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. 70.miladi yılda Rum İmparatorunun oğlu Titus tarafından kuşatılan Kudüs yerle bir edilmiş, yahudilerin çoğu kılıçtan geçirilmiş ve Filistin toprakları işgal edilmiştir. Bu katliamdan canlarını kurtaran yahudiler Afrika ve Avrupa’ya göç etmişlerdir. Bir grubu da “Yesrib”e ( Medine’ye) yerleşmişlerdir.
Böylece Hz .İsa’ya (a.s.) tabi olan İsrailoğulları diğer kavim ve milletlerin Hz. İsa’ya iman getirmeleriyle karışmış ve İsrailoğulları olmaktan ziyade Tevhide inanan bir toplum halini almıştı.
İsrailoğulları olma özelliğini taşımak isteyen yahudiler gerek Hristiyanlığı gerekse İslam’ı ve Hatem-ul Enbiya Hz. Muhammed (s.a.a.)’de kabul etmeyerek bu inadlarını sürdürerek tarih boyunca sürdürdükleri Tevhid karşıtlıklarını günümüze kadar taşımışlardır.
Bu yazı dizisiyle siz değerli okuycularımıza İsrailoğulları’nın tarihini çok da fazla detaya girmeden genel hatlarıyla aktarmaya çalıştık. Ümit ediyoruz ki bu araştırma ile bu alanda bilgi sahibi edinmek isteyenlere kaynak sunmuş olalım.
İsrailoğulları kendi bölgelerinde ve etrafda bulunan diğer kabilelere karşı üstünlük taslayıp hakimiyetlerine alarak onlara haksızlık ve zulüm etmeye başladılar. Ellerindeki güç ve kuderetin kendi hünerleri olduğunu düşünüyor, semavi dinin ve ilahi peygamberlerin sayesinde olduğunu unutmuşlardı. Samirri’nın neslinden gelen putperest ve müşrikler toplumdan hiç eksik olmamış inananları hak yoldan ayırmak için amansız bir mücadele veriyorlardı.
Hz. Süleyman’ın (a.s.) vefatından sonra peygamberler sayesinde sahip oldukları azamet ve kudret yavaş yavaş yok olmaya yüz tutmuştu. Zalim hükümdar ve padişahların zorla insanlara hüküm sürmelerinden İsrailoğulları da nasiplerini alıyorlardı.
İsrailoğullarına, Hz. Süleyman’dan (a.s.) sonra birçok peygamber gelmesine rağmen tarihlerinde gördükleri zulüm ve zelillikten daha beterini çekmek zorunda kalmışlardı.
Allah-u Teala, yine sonsuz rahmetini göstermiş İsrailoğullarına Hz. Harun’un (a.s.) soyundan olan Hz. Zekeriya’yı (a.s), onları hak yola davet etmesi için peygamber olarak gönderiyordu. Ama toplum itikadi yönden öyle yozlaşmıştı ki, Hz. Musa (a.s) şeriatından eser kalmamış, toplumun dini önderliğini üstlenen din alimleri dünyaya dalarak toplumun siyasi liderliğini müşrik, zalim hükümdarlara bırakmış yanlızca halkı kendi yazdıkları şeriat hükümleriyle irşad etmeye çalışıyorlardı. Dini, mukaddes mabed olan “Mabed-i Süleyman”a haps etmiş bu mabedin ayakda kalması ve kendi hakimiyetlerini sürdürebilmeleri için de halka dini kurbanlar, nezir ve adaklar teşri etmişler ve halkı mabed için özel vergi vermeye mahkum etmişlerdi. Aynı zamanda zamanın hükümdarıyla da yakın ilişkilerini sürdürüyor ve kendi hakimiyetleri için onların hakimiyetlerinin devamı için çalışıyorlardı. Böyle bir toplum içinde Hz. Zekeriya’nın (a.s) halkı irşad etmede başarılı olmasını bir kenara bırakalım peygamber olarak tanınması bile bir mucizeydi. Süleyman mabedini idare eden din alimleri, Hz. Zekeriya’nın (a.s) peygamber olduğunu kabul etmedikleri gibi halkın kabul etmesine dahi tahammül edemiyorlardı, her fırsatta O’na eziyet ediyor başarılı olmasını istemiyorlardı, çünkü Hz. Musa (a.s.) şeriatını bilen, onu koruyan ve halka tebliğ eden tek kişiydi. Din adamlarının çıkarlarına engel olduğu için Hz.Zekeriya’nın (a.s.) başarılı olmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hz. Zekeriya’nın (a.s.) çocuğu olmadığı için bunun peygamberin bir eksikliği olduğunu dolayısıyla peygamber olamıyacağını iddia ediyorlardı.
İsrailoğulları bir taraftan zalim hükümdarın zulümleri altında inlerken diğer taraftan din adına kendilerine zulmeden bu din adamlarından bıkmışlardı artık. Allah’tan kendilerini bu zulümlerden kurtaracak birini göndermesi için dua ediyorlardı.
Hz. Meryem’in (s.a.) babasi İmran (a.s) Allah’ın bir kurtarıcı göndereceğinin vaadini ve bu kurtarıcının kendi neslinden olacağının müjdesini vermişti. İsrailoğulları bu vaadin gerçekleşmesi için dualar edip beklerken, bir taraftan Hz.Musa (a.s) şeriatını tahrif eden din adamlarının içine korku düşmüş diğer taraftan da topluma hakim zalim hükümdarlar endişeyle yaşıyorlardı. Bu kurtarıcının her iki grubun da hakimiyetlerine son vereceğinı çok iyi biliyorlardı.
1- Ferisiler : Bu firka milattan 200 yıl önce ortaya çıkmış ve günümüz yahudilerinin çoğunluğunu oluşturduğu fırkadır. Bu fırka aslında putperestlığe karşı bir çok mücadele vermiş, savaşlar yapmış ve birçok şehidler vermiş “Hasidim” fırkasından türemiştir. İtikadi olarak “Ahd-i Atik” diye adlandırılan yazılı Tevrat’a inandıkları gibi Hz. Musa’dan (a.s) sonra nesilden nesile sözlü olarak gelen ve yahudi itikadinin temellerinden sayılacak, Yahudi din adamlarının hekimane sözlerini içeren sözlü (şifahi )Tevrat’a ( Telmud’ta ) inanmaktadırlar. İnsanın iradesi konusunda orta yolu seçen bu fırka, kıyamete, ilahi adalete de inanmaktadırlar. İbadete önem veriyorlardı. Tevrat hakkında en geniş araştırmayı yapan Ferisiler, Tevratın bir harfinin dahi değiştirilmediğini, eksiltip artırılmadığını iddia etmektedirler. Her harfinin ve kelimesinin sırlarla dolu olduğunu savunuyorlar. Babil esirliğinden dönüp Filistin bölgesine döndükleri zamandan uzun bir zamana kadar İsrailoğulları’nın önderliğini yapmış, Süleyman mabedinin hakimiyetini ellerinde bulundurmuşlardır. Mujdelenen kurtarıcı Mesihe en fazla muhalefet eden fırka Ferisilerdir ve isimleri daha sonraları yazılan İncillerde geçmektedir.
2- Sadukiler : Sadukiler bu ismi, Hz. Davud’un (a.s) kehanet makamına seçtiği iddia edilen Saduk bin Ahitub’dan aldıklarını söylemektedirler. Sadukiler ibadetten çok nezir ve kurbanlara önem veriyorlar, örf ve ananelerini yaşatmaya daha fazla ehemmiyet veriyorlardı. Süleyman mabedinin kahinlerinin çoğunu Sadukiler oluşturuyordu. Roma İmparatorluğu’nun valileriyle ilişkileri iyi olan Sadukiler, dedelerinin dinine bağlı kalmayı savunuyor, Ferisilerin Tevrat ve din hakkındaki yorum ve tefsirlerini kabul etmiyorlardı. İtikadi olarak Allah’ın cisim olduğuna inanıyor, Allah’a kesilen kurbanların ülkeye hakim padişaha sunulan hediye gibi görüyorlardı. Nefsin mücerredliğini ve kıyameti inkar ediyor, yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığının bu dünyada verileceğini söylüyor ve insan iradesinin mutlak olduğuna inanıyorlardı. Sadukiler de Ferisiler gibi Hz. İsa ( a.s) dünyaya gelmeden önce ve geldikten sonra muhalefet ve düşmanlık etmişlerdi. Milattan sonra 70 yılında Süleyman mabedinin yıkılmasıyla bu fırka ortadan kalkmıştır.
3- Samiriler : Hz. Süleyman’dan (a.s) sonra parçalanan Filistin topraklarının kuzeyinde yer alan bölümün merkezi olan Samirra’da yaşadıklarından bu ismi almışlardı. Babil esirlerinin geri dönmelerinden sonra ortaya çıkan bu fırkanın İsrailoğulları ve Asurilerden oluştuğu söylenmektedir. İtikadi olarak Tevratın sadece 5 bölümünü kabul ediyor 33 bölümünü inkar ediyorlar. Nablus’da bulunan Harzim dağını mukaddes bilip kible olarak kendilerine seçmişlerdir. Hz. Musa’nın (a.s) da kıblesinin burası olduğunu iddia ediyorlardı. Kendilerine has ibadet ve ayinleri vardı.
4- İsniler : Milattan yüzlerce yıl önce ortaya çıkan bu fırka, milattan sonra Süleyman Mabedinin yok edilmesiyle bunların da nesli tükenmiş sadece isimleri tarih kitaplarında kalmıştır. Şahsi malikiyeti reddeden İsniler evlenmeye de pek sıcak bakmamaktadır. Güncel hayatlarında yalnızca güneşin doğmasıyla çalışmaya başlar öğlen vaktinde işi terkeder topluca yemek yiyip ibadetle meşgul olurlardı. Güneşi kendilerine kıble olarak seçer Süleyman mabedini kible olarak kabul etmezlerdi. Cumartesini tamamen tatil sayar o günü tefekkür ve Tevrat’ı mutalaa ederek geçirirlerdi. Tefsir ve maneviyat alanında yüksek bilgiye sahip İsnilerin Hz. İsa’dan (a.s) sonra hristiyanların fikri alt yapısını oluşturdukları da iddia edilmektedir. İsnilerin Hz. İsa’nın (a.s) şeriatına bağlanıp hristiyanlığı seçtiler. Hz.Zekeriya (a.s) ve Hz.Yahya’nın (a.s) da bu kabileden olduğu söylenmektedir.
5- Kanuniler : Mutaassıp ve gayretli olduklarından bu isim ile adlandırılmışlardır. Romalıların Filistin topraklarını işgal etmelerine şiddetle karşı olduklarından devamlı Roma İmparatorluğu’nun taraftarlarını öldürmek için elbiselerinin altında hançer saklarlardı. Kanunileri diğer fırkalardan ayıran en büyük özellikleri de buydu. İtikadi olarak da Ferisilerle aynı inancı paylaşıyorlardı.
Hz. İsa (a.s) dünyaya gelmeden önce İsrailoğulları fırkalara bölünmüş ve her fırka da Tevrat’ı ve Hz. Musa (a.s) şeriatını kendi çıkarlarına göre tefsir ediyorlardı. Milattan önce zalim padişah ve hükümdarların zulüm ve baskılarının sonucunda ya çoğu yok oldular veya yok denilecek kadar az bir grup halinde diğer fırkaların içinde yaşamlarını sürdürdüler, ayakta kalabilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az miktardaydı. Yukarıda zikr ettiklerimiz ayakta kalabilenlerden en önemlileriydi.
İşte İsrailoğulları böyle bir haldeyken, halktan gerçek manada Hz. Musa (a.s) şeriatına bağlı ve Hz. Zekeriya (a.s) gibi peygamberin irşadından yararlanan çok az inanan vardı ama halkın genelinde bir kurtarıcının geleceğı inancı hakimdi.
Derken Hz. İmran’ın (s.a.) eşi hamile kalıyor, Süleyman mabedinin sömürücü din adamlarının endişe ve korkuları daha da fazlalaşıyor, hatta zalim hükümdarla işbirliği yaparak dünyaya geldikten sonra yok edilmesi gerketiğini belirtiyorlar. Halk ise büyük bir ümitle kurtarıcıyı bekliyordu. Hz.İmran’ın eşi karnındaki çocuğu Süleyman mabedine hizmetçi olarak adak adıyor. “An o zamanı ki İmran’ın eşi, ya rabbi demişdi, karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım, kabul et.” (Al-i İmran / 35.)
Hz. İmran beklenen kurtarıcı dünyaya gelmeden Allah’ın rahmetine kavuşuyor.
Herkes bu doğacak çocuğun kurtarıcı olarak bekledikleri Mesih olduğuna inanmışken dünyaya gelen çocuk kurtarıcıyı doğuracak annesi Meryem’den başkası değildi. İsrailoğulları büyük bir şok yaşıyordu, zalim hükümdar ve Süleyman mabedinin din adamları dünyaya gelen çocuğun kız olması haberiyle rahat bir nefes almış oluyorlardı. Ama ilahi hikmeti anlamaktan yoksun bu zavallılar hakka yöneleceklerine isyan ve zulümlerine devam ediyorlardı; bir taraftan menfaat düşkünü din alimleri ( hahamlar) diğer taraftan zalim hükumet halka baskılarını artırmışdı. Hz. Zekeriya (a.s) bunun ilahi bir imtihan olduğunu anlamıştı ama bunu insanlara anlatmak zordu, kendi peygamberliğini dahi kabul etmeyen halk bunun bir imtihan olduğunu ve Allah’ın vaadinde hilaf olmayacağını ve vaadin gerçekleşeceğini nasıl kabul edecekti.
İsrailoğulları tarih boyunca her türlü zulüm ve zillete, bir gün Mesih gelecek ve onları bu zillet ve zulümden kurtaracak ve dünyaya hüküm sürecekler ümidi ile tahammül ediyorlardı.
Aradan yıllar geçmişti, İsarailoğulları aynı şekilde bu inanç gereği her zulme sabr ediyorlardı. Allah’ın vaadi gerçekleşti, beklenen kurtarıcı, yüce bir kişilik, ilahi ruh ve mucizelerle donatılarak gönderildi. İsrailoğulları sevinç ve mutluluktan bu haberi bütün şehir ve bölgelere yayıyorlardı. Hz İsa (a.s) iki amansız düşmanı vardı biri, halkı din adına sömüren ve Hz.Musa (a.s) şeriatını tahrif eden Süleyman mabedinin idaresini ellerinde bulunduran Hahamlar diğeri ise o zamanda putperestliği yaygınlaştıran ve zulümleriyle halka hüküm süren Roma İmparatorluğu.
Kuratarıcı Mesihin dünyaya geldiği haberini alan Filistin hükümdarı 1. Herod O’nu öldürmeye karar verir ama Allah’ın emriyle Hz. Meryem, yeni dünyaya gelmiş çocuğuyla birlikte Mısır’a hicret ederek Hz. İsa’yı (a.s) onların elinden kurtarıyordu.
Hz.İsa’nın (a.s) dünyaya gelme şeklini ve dünyaya geldikten sonra beşikteyken konuşmasını duyup gören İsrailoğulları’nın çoğu ona iman getirip O’na bağlandılar ama maalesef uzun yıllar O‘nu görüp O’ndan yararlanamadılar. Hz.İsa (a.s) 30 yaşlarında risaletini ilan etmiş tekrar dünyaya geldiği Filistin topraklarına dönmüştü. İsrailoğulları’nın büyük bir çoğunluğu Hz.İsa (a.s) şeriatına bağlanıp O’na iman getirirken azınlık bir grup Hz.Musa (a.s) şeriatında kalmakda inat ederek İsrailoğulları arasında büyük bir ayrılığa sebap oldular. Hz. Musa’dan (a.s) sonra Hz. İsa (a.s) zamanına kadar gelen peygamberler Hz. Musa’nın (a.s) getirdiği şeriata iman etmiş ve ona göre amel etmişlerdi. O’nun şeriatını tebliğ ediyor ve halkı ona tabi olmaya davet ediyorlardı. İsrailoğulları’nın bu zamana kadar olan ihtilafları sadece Hz. Musa’nın (a.s) getirdiği şeriat ve Tevrat’ın tefsir ve beyan edilmesindeydi bundan dolayı kabileler arasında fırkalar ortaya çıkmıştı ama Hz.İsa’nın (a.s) yeni bir şeriat ve İncili getirmesi İsrailoğulları arasında şeriat farklılığını da ortaya çıkarmışdı. Böylece İsrailoğulları arasında Yahudilik ve Hristiyanlık diye iki şeriatın varlığı ve kabileler arasındaki ihtilaflar İsrailoğulları’nı daha da perişan ediyordu.
İlahi emir gereği Hz. İsa’ya (a.s.) iman getirip O’nun getirdiği şeriata tabi olmaları gerekirken cahalet ve inatlarını sürdürerek tahrif ettikleri Hz.Musa (a.s) şeriatına ve kendi elleriyle yazdıkları Tevrat’a amel etmeye devam ettiler. İsrailoğullarının büyük çoğunluğu Hz. İsa’ya (a.s) iman getirerek tarihde “Nasrani” olarak adlandırlıdılar, Hz. İsa’ya iman getirmeyip Ahd-i Atık denilen Tevrat’a inanan İsrailoğulları da “Yahudi” olarak adlandırıldılar.
Böylece miladın başlangıcıyla tek şeriata sahip olma özelliğini kaybeden İsrailoğulları parçalanmış oluyorlardı. Milattan sonra 70 yılına kadar tekrar Filistin topraklarında yaşayan İsailoğullarının yahudiler grubu Süleyman mabedini inşa etmiş orada hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. 70.miladi yılda Rum İmparatorunun oğlu Titus tarafından kuşatılan Kudüs yerle bir edilmiş, yahudilerin çoğu kılıçtan geçirilmiş ve Filistin toprakları işgal edilmiştir. Bu katliamdan canlarını kurtaran yahudiler Afrika ve Avrupa’ya göç etmişlerdir. Bir grubu da “Yesrib”e ( Medine’ye) yerleşmişlerdir.
Böylece Hz .İsa’ya (a.s.) tabi olan İsrailoğulları diğer kavim ve milletlerin Hz. İsa’ya iman getirmeleriyle karışmış ve İsrailoğulları olmaktan ziyade Tevhide inanan bir toplum halini almıştı.
İsrailoğulları olma özelliğini taşımak isteyen yahudiler gerek Hristiyanlığı gerekse İslam’ı ve Hatem-ul Enbiya Hz. Muhammed (s.a.a.)’de kabul etmeyerek bu inadlarını sürdürerek tarih boyunca sürdürdükleri Tevhid karşıtlıklarını günümüze kadar taşımışlardır.
Bu yazı dizisiyle siz değerli okuycularımıza İsrailoğulları’nın tarihini çok da fazla detaya girmeden genel hatlarıyla aktarmaya çalıştık. Ümit ediyoruz ki bu araştırma ile bu alanda bilgi sahibi edinmek isteyenlere kaynak sunmuş olalım.