Beş çeşit maldan zekât vermek farzdır. Altın, gümüş ve paralar, maden ve defineler, ticaret malları, tarım ürünleri ve hayvanlar. Zekatla ilgili her şeyi haberimizden okuyabilirsiniz.
ALTIN, GÜMÜŞ ve PARALARIN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
1) Altın ve Gümüşte Nisap:
Altının nisabı yirmi miskal, gümüşün nisabı ise iki yüz dirhemdir. Borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla olarak yirmi miskal altına veya iki yüz dirhem gümüşe yahut bunların karşılığı kadar para ya da ticaret malına sahip olan kimse, üzerinden bir yıl da geçmişse zekâtla yükümlü olur. Altın, gümüş ve parada zekât nisbeti kırkta bir, yani yüzde iki buçuktur. Buna göre, yirmi miskal altında yarım miskal, iki yüz dirhem gümüşte ise beş dirhem zekât gerekir. Miskalin sikkeli altın para şekline dinar denir.
Bir miskal, yirmi kırat olup yüz arpa ağırlığında, bir dirhem ise dört kırat olup yirmi arpa ağırlığındadır. Bir kırat = beş arpa = 0,2 gr. dır.
Zekâtta esas olan ölçü şer’î dirhemdir. Günümüz ölçü birimine göre, 1 şer’î dirhem=2,8 gramdır. 200 dirhem x 2,8 = 560 gram olur.
1 miskal = 20 kırat olup, 20 kırat x 0,2 = 4 grama denk olur. Buna göre, 20 miskal x 4 = 80 gram, altının nisabı olur. Bu ölçüye göre, ağırlık bakımından yedi miskal altın, on dirhem gümüşe denk olur. Altın ve gümüş arasındaki bu denklik, piyasada tedavülde bulunan ve standart olmayan, dinar ve dirhemleri bir esasa bağlamak amacıyla Hz. Ömer’in halifeliği sırasında belirlenmiştir. 1
Şer’î ölçüye göre altının nisabı 80 gram, gümüşün nisabı ise 560 gramdır. Ancak dirhem ağırlığı ülkelerin örfüne göre bazı değişiklikler gösterdiği için, İslâm bilginleri zekâtın, ülkelerin örfî dirhemleri üzerinden verilebileceğine hükmetmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında 20 miskal altın 96 grama; 200 dirhem gümüş de 640 grama denk kabul edilmiştir. Bu örfî ölçüye göre, altında zekâtın nisabı 96 gram, gümüşte ise 640 gram olur.
Altın ve gümüşün nisap miktarları hadis-i şeriflerle sabittir.
Hz. Ali (r.a)’nin naklettiği bir hadiste Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Altında yirmi dinara kadar bir şey yoktur. Senin yirmi dinarın bulunduğu ve üzerinden bir yıl geçtiği zaman, ondan yarım dinar zekât vermen gerekir” 2 Hz. Ömer’in rivayet ettiği başka bir hadiste, Allah Elçisi: “Yirmi miskalden az altında zekât yoktur” 3 buyurmuştur. Abdullah İbn Ömer ve Hz. Aişe’den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber her yirmi dinarda yarım dinar ve kırk dinarda da bir dinar zekât alıyordu.” 4
Gümüşün nisap miktarıyla ilgili olarak Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Beş ukiyye’den az gümüşte, beş zevd’den az devede ve beş vesk’ten az hububatta zekât yok*tur.” 5 Beş ukiyye’nin iki yüz dirheme denk olduğu Hz. Ali’nin rivayet ettiği şu hadisle sabittir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “At ile kölenin zekâtını affettim. Siz her kırk dirhemde bir dirhem zekât verin. 199 dirhemde zekât yoktur. Fakat gümüş 200 dirheme ulaştığında, bundan beş dirhem zekât ver*mek gerekir.” 6
İbn Ömer ve Hz. Ali şöyle demişlerdir: “Sahabeden gümüşün nisabının 200 dirhem olduğuna karşı çıkan olmamıştır.”7
Ebû Hanîfe’ye göre, altın ve gümüş, nisap miktarını aşarsa, yirmi miskalden fazla altın, dört miskale ve iki yüz dirhem gümüşten fazla olan miktar kırk dirheme ulaşmadıkça bu fazlalık için ayrıca zekât gerekmez. Ancak bu fazlalık ile birlikte başka bir ticaret malı bulunursa, bunlar birbirine eklenerek hesaplanır. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Gümüşün zekâtını kırk dirhemde bir dirhem olarak ödeyin.” 8 Fakat altın ile gümüşten nisabın üstündeki miktar kıymet olarak dört miskale veya kırk dirheme eşit olursa, bu fazlalıktan da zekât gerekir.
Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Hanefîler dışındaki çoğunluk fakihlere göre ise, iki yüz dirhemden fazla gümüşün veya yirmi miskali aşan altının zekâtı yüzde hesabı ile verilir. Bu fazlalık az da olsa yüzde iki buçuk zekât gerekir. Delil şu hadistir: “Her kırk dirhemde bir dirhem zekât verin. İki yüze tamamlanıncaya kadar size birşey vermek gerekmez. Miktar iki yüz dirhem olunca beş dirhem zekât vermek gerekir. Fazlası artık bu hesaba göre zekâta tabidir.” 9
Mesela; bir kimsenin iki yüz otuz dokuz dirhem gümüşü bulunsa, Ebû Hanîfe’ye göre, yalnız iki yüz dirhem için beş dirhem zekât verilir. Geri kalan otuz dokuz dirhem için zekât gerekmez. Bu küsurlar kırka ulaşmadıkça zekâttan muaftır. Diğer imamlara göre ise, nisap miktarını aşınca bütünü üzerinden kırkta bir zekât uygulanır. Yine bir kimsenin yalnız iki yüz yetmiş dirhem gümüşü bulunsa, Ebû Hanîfe’ye göre iki yüz kırk dirhem için altı dirhem zekât vermesi gerekir. Geri kalan otuz dirhem zekâttan muaftır. Diğer imamlara göre bunun için de zekât gerekir.
Altın cinsinde de nisaptan sonraki dörder dinarlık fazlalıklar için bu prensip uygulanır. 10
Altın ile gümüşün nisap miktarına ulaşıp ulaşmadığını belirlemek için kıymetlerine değil, ağırlıklarına bakılır. Bunda görüş birliği vardır.
Buna göre, altından yapılmış bir vazonun ağırlığı nisaptan az, mesela, on sekiz miskal olduğu halde kıymeti, kendisinde bulunan sanat değeri dolayısıyla yirmi beş miskal altına denk bulunsa ittifakla zekâta tabi olmaz. Ancak bununla birlikte zekâta tabi başka bir mal bulunup da toplamının nisaba ulaşması durumu müstesnadır.
Kendilerinde riba cereyan etmeyen, yani ölçü veya tartı ile alınıp satılmayan kıyemî mallardan zekât verilmesinde kıymetlerine bakılır, vezin veya sayılarına bakılmaz. Buna göre, orta büyüklükte iki koyun zekât yükümlülüğü bulunan kimse, bunların kıymetlerini para olarak verebileceği gibi, bu ikisinin kıymetine denk iyi bir koyun da vererek zekâtını ödeyebilir. Çünkü koyunlar kıyemî olup, bunlardan birinin yerine başkasını vermekte riba söz konusu olmaz.
Fakat riba cereyan eden mislî (standart) malların kendi cinsinden verilecek zekâtında miktarlara uyulması gerekir. Meselâ; zekât olarak verilmesi gereken beş kile adi buğday yerine dört kile kaliteli buğday verilemez. Yine iki miskal altın yerine, san’at değerinden dolayı buna denk olan bir miskal altın verilemez. Çünkü bu durumlarda faiz söz konusu olur. Bu görüş Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e aittir. İmam Züfer’e göre ise verilebilir. Çünkü kıymetleri eşittir. Faiz ise Allah ile kulu arasında bulunamaz.
2) Zînet Eşyasının Zekâtı:
Altın veya gümüşten yapılmış süs takımları, tablo, kap, kaşık, çatal ve benzerleri için nisap miktarına ulaşınca zekât gerekir. Çünkü altın ile gümüş büyüyen mallar olup, bunlar yaratılış olarak ticaret için hazırlanmıştır. Ayrıca bunların özünde satış bedeli olma (semen) niteliği vardır. Bu yüzden ister külçe, ister döküm, isterse insanlar için süs eşyası olarak elde bulunsun, sahibi bunların zekâtını vermekle yükümlü bulunur.
Zînet altınlara zekâtın gerekli oluşu şu hadise dayanır: Amr İbn Şuayb babası yolu ile dedesinden şunu nakletmiştir:
“Yemen’li bir kadın kızı ile birlikte Hz. Peygamber’in yanına geldi, kızının kolunda iki tane altın bilezik vardı. Hz. Peygamber ile bu kadın arasında şu konuşma geçti:
Allah’ın Elçisi sordu:
-Bunların zekâtını veriyor musun?
-Hayır.
-Kıyamet gününde Yüce Allah’ın bu iki bileziği senin koluna ateşten bilezik olarak takmasını ister misin?
Bunun üzerine kadın, bilezikleri kızının kolundan çıkarıp Allah Elçisi’nin önüne bıraktı ve şöyle dedi: “Bilezikler Allah ve Rasûlü’ne aittir.” 11
Hanefîlere göre altın ve gümüşten yapılan süs eşyaları zekâta tâbidir. Meselâ altın ve gümüşten yapılmış bilezik, kolye, gerdanlık, bileklik, küpe gibi kadın süs eşyası nisaba ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa, o günkü altın veya gümüş fiyatları ile değeri bulunur ve kırkta bir zekât verilir.
İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre ise mübah olan kadın süs eşyası zekâta tâbi değildir. Ancak Şâfiîlere göre, kadın süs eşyasında israfa kaçarsa, meselâ 200 miskal (yaklaşık 800 gr. altın) ağırlığında süs eşyası bulundurursa zekâtını vermesi gerekir. 12
Abdullah İbn Ömer’in kızlarına ve cariyelerine taktığı zînet eşyasından zekât vermediği rivayet edilmiştir. 13 Ancak ticaret veya ihtiyaç zamanı için elde tutulan zînet eşyasına ise zekât gerekir. Burada kıymet değil ağırlık esas alınır. 14
Kadınlara ait süs eşyasına zekâtın gerekip gerekmediği konusunda görüş ayrılığına düşen mezhep imamları, aşağıdaki iki konuda görüş birliği içindedir:
Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre, altın ve gümüşten yapılan zînet eşyasına veya ibrik, tablo, kaşık, çatal gibi ev eşyasına nisap miktarına ulaşınca kendi cinslerinden zekât verilecekse sanat değerlerine bakılmaksızın tartıları esas alınır. İmam Züfer’e göre kıymetlerine, İmam Muhammed’e göre ise yoksulun lehine olana itibar edilir.
Fakat bu zekât kendi cinslerinden olmayan bir mal ile ödenecekse bu takdirde tartılarına değil, kıymetlerine göre işlem yapılır.
3) Nisap Tamamlama:
Altın, gümüş, para ve ticaret malları nisap tamamlamada biri diğerine eklenir. Buna göre, bir kimsenin bir miktar altın ile gümüşü, bir miktar da ticaret malı bulunsa, bunların toplamının kıymeti bir nisap miktarına, mesela 80 gram altına denk olsa, kırkta bir nispetinde zekât gerekir.
Ebû Hanîfe’ye göre, nisapların birbirini tamamlaması kıymet, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise cüz bakımından olur. Buna göre, bir kimsenin meselâ; yüz dirhem gümüş ile yüz dirhem gümüş kıymetinde on miskal altını bulunsa, bunun için ittifakla beş dirhem miktarı zekât gerekir. Fakat yüz dirhem gümüşle, yüz dirhem gümüş kıymetinde beş miskal altını veya elli dirhem gümüş ile yüz elli dirhem gümüş kıymetinde on miskal altını bulunsa Ebû Hanîfe’ye göre beş dirhem miktarı zekât gerekirse de, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, cüz bakımından nisaplar tamamlanmadığı için zekât gerekmez. Diğer yandan yüz elli dirhem gümüş ile elli dirhem kıymetinde beş miskal altın bulunsa yine ittifakla beş dirhem zekât gerekir. Çünkü kıymetleri tam gümüş nisabına denktir. Ayrıca birinin nisabı dörtte üç, diğerinin nisabı da dörtte bir nispetinde bulunmakla, tamamı bir nisaba denk olmuş olur.
İmam Şâfiî’ye göre altın ile gümüş nisap tamamlamak için birbirine eklenemez. Çünkü cinsleri farklıdır. Belki her birinde ayrıca nisabın tam olması aranır.
4) Ayarı Düşük Altın ve Gümüşün Zekâtı:
Değeri düşük bir madenle karışık bulunan altın veya gümüşe “mağşûş” denir. Altının gümüşle veya gümüşün bakırla karıştırılması gibi.
Altın ve gümüş başka bir madenle karışık bulununca, altını çoksa altın, gümüşü çoksa gümüş hükmünde olur. Eğer karışık maden yarıdan fazla ise altın veya gümüş kısmı nisap miktarına ulaşırsa veya ulaşmadığı takdirde başka parası yahut ticaret malı bulunursa, ona göre zekâtı hesap edilerek verilir. Bunlar ticaret mallarından ise diğer maden kısmı da ayrıca dikkate alınır. Bunların altın veya gümüş kısmı nisap miktarına ulaşmazsa tamamı ticaret malı hükmünde olur.
Altın ile gümüş rayiç para niteliğinde olmamak üzere karışık bir halde bulunursa bakılır. Eğer altın kendi başına nisap miktarında ise veya ikisi bir nisap miktarında olup altın gümüşe tartı veya kıymetçe galip veya eşit ise hepsi altın sayılır, ona göre zekât gerekir. Fakat altın nisap miktarında olmayıp kendisine gümüş galip ise hepsi de gümüş sayılır.
Mesela; altın ve gümüş karışımı bir tabloda altın yirmi miskal, gümüş üç yüz dirhem olsa hepsi altın sayılır. Yine altın on miskal olduğu halde, üç yüz dirhem olan gümüş kısmından kıymetli bulunsa yine hepsi altın sayılır. Fakat altın yine on miskal olduğu halde gümüş kısmı üç yüz dirhem kadar olup kıymetçe on miskal altından yüksek bulunsa hepsi gümüş sayılır.
Tedâvülde bulunan mağşûş paraların altınları veya gümüşleri, karışık maddelerden fazla veya eşit durumda ise, altın veya gümüş gibi zekâta tabi olurlar. Eğer altın veya gümüşü yarıdan azsa, ticaret malları hükmünde olup yıl sonundaki kıymetlerine göre zekâtları verilir. Bunlarda ticaret niyeti aranmaz. Çünkü nakit para yerindedirler.
Altın ile gümüş karışımı rayiç para, akçe veya ticaret malı kabilinden olmayınca tartıları esas alınır, bunlar nisap miktarına ulaşırsa veya ulaşmadığı halde zekâta tabi başka bir mal ile birlikte bulunursa ona göre zekâtları hesaplanır.
5) Kâğıt Paraların Zekâtı:
Kâğıt paralarla madenî paralar, altın ve gümüş paralar yerine mal mübadelelerinde kullanılan paralardır. Bu paralar, tedavüldeki paralara karşılık merkez bankasında stok edilen veya stok edilmesi gereken külçe altınlar karşılığında çıkarılan banka havalesi niteliğindedir. Kâğıt paranın çıkışı ve yayılması 17. yüzyılda Avrupa’da altın karşılığı temsîlî para şeklinde olmuştur. Altın paranın basılması, taşınması ve korunmasındaki güçlüklere karşılık kâğıt para çok düşük maliyetle büyük miktarda satın alma gücü kazandıran kolay taşınıp, korunabilen bir para türüdür.
Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında da bir altın lira (7 gram) yüz kuruş itibar edilerek 19. yüzyıl ortalarında “kâime-i mu’tebere-i Osmaniyye” adıyla ilk kağıt para basılmıştır. 16
Kısaca bu kağıt paraların, altın ve gümüş gibi bunların yerine ve bunları temsil etmek üzere mal mübadelesinde satış bedeli olarak kullanılması örf haline gelmiştir. Ancak 20. yüzyıl ortalarından sonra kağıt paranın altına olan bağlılığı giderek azalmış, bazı ülkeler merkez bankalarındaki karşılık olan altınları gereksiz stok sayarak serbest bırakmış, böylece kağıt paranın satın alma gücünü devletin ekonomik gücünden aldığı esası kabul edilmiştir.
Ancak kağıt paraların istenildiği an altın ve gümüşe çevrilmesi mümkündür. Bu yüzden de bunlar itibari olarak karşılığı bulunan para sayılırlar. Bunlar eşyanın günümüzdeki karşılığı olan satış bedeli (semen) olmuşlardır. Bunun için nisap miktarına ulaşınca kağıt paralara da altın ve gümüşte olduğu gibi kırkta bir oranında zekât gerekir. Fakihlerin çoğunluğunun görüşü budur.
Kağıt paranın nisabını belirlemede, ticaret eşyasında olduğu gibi yok- sulun yararına olan, gümüş nisabının ölçü alınması bir çok fakih tarafından öne sürülmüşse de, bu konuda altın nisabının, esas alınması daha uygundur. Çünkü gümüş tarihi süreç içinde önemli ölçüde değer kaybına uğrarken, altın günümüzde ülkeler arası döviz gücünü korumuştur. Hz. Peygamber dönemin- de, altının ağırlık birimi olan miskal, Mekkelilerin paralarının esası idi. Her ülkedeki kuyumcular altının fiyatını kendi bölgesel paraları ile belirlemektedirler. Bu duruma göre, aslî ihtiyaçları ve borcu dışında 80 gram altın karşılığından fazla kağıt paraya sahip olan kimse, üzerinden bir yıl da geçmiş olunca kırkta bir zekâtla yükümlü olur. 17
Diğer yandan kâğıt para sisteminin altın yerine temsîlî para döneminde olduğu gibi daha açık standart bir karşılığa bağlanması ve bu karşılıkla ilgili hükümlerin temsîlî parayı da kapsamına alması esas olmalıdır. Çünkü kendi maliyeti çok düşük ve önemsiz olan kağıt paranın satın alma gücü, temsil ettiği karşılıklara göre ortaya çıkmaktadır. Altın ve gümüş para gerçek değeri ile tedavülde bulunur. Faiz yasağı sebebiyle bu tür paralarla kendi cinslerinden olan külçe, zînet ve benzeri altın ve gümüş stokları arasında bir satın alma gücü farkı meydana gelemez. Buna göre, faiz yasağı altın veya altına endeksli parayı enflasyona karşı korur. 18
Kağıt para, gerçek karşılığı olan altınla bağlantısı kesilince itibârî değerle dolaşan bir para türü olmuştur. Nitekim Emevîler devrinden itibaren yaygın- laşan ve fels adı verilen madeni paralar itibarî paralardır. Bunlar bakır, nikel, kalay karışımı paralar olup, altın veya gümüşü, içindeki karışımından az olan paralar da bu niteliktedir. Bu çeşit paraların zekâtı da kendi cinslerinden veya yıl sonundaki kıymetleri üzerinden kırkta bir olarak verilir.
Satış bedeli olarak kullanılabilen ekonomik değerlerin zekât dışı tutulması yoksulları zekât nimetinden mahrum eder ve servet sahiplerinin mal varlığını bu tür kağıt ve madeni paraya çevirerek zekât gibi önemli bir ibadetin sevabından nasipsiz kalmasına yol açabilir. Bunun sonunda, zekâttan beklenen amaç gerçekleşemez.
6) Maaş, Ücret ve Serbest Meslek Kazançlarının Zekâtı:
Bir hizmet karşılığında çalışan kimseye verilen aylık ücrete “maaş”, emeğin ve hizmetin fiyatına da “ücret” denir. Serbest meslek kazançları da avukat, muhasebeci, mâlî müşavir gibi geçici veya sürekli olarak her türlü serbest meslek faaliyetlerinden doğan kazançlardır.
Memur maaşları, işçi ücretleri, doktor, mühendis, avukat, terzi ve berber gibi serbest meslek sahiplerinin kazançlarından, temel ihtiyaçlar ve borçlar düşüldükten sonra, elde kalan nisap miktarını aşar ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa % 2.5 zekâta tâbi olur. Ancak bu yükümlünün, onu zengin kılan zekâta tâbi para, altın, gümüş, ticaret malı gibi başka ekonomik değerleri varsa, dönem sonunda, maaş, ücret veya serbest meslek gelirlerinden elde bulunan miktar da bunlara eklenerek, tek zekât matrahı üzerinden hesaplama yapılır.
Hz. Ebû Bekr’in devlet gelirlerinden hak sahiplerine atâ (bütçe fazlası paradan verilen pay) adıyla maaş verirken, yükümlünün, üzerinden bir yıl geçmiş zekâta tâbi malı varsa, bunun zekâtını kaynakta kestiği, Hz. Osman’ın da aynı şekilde uygulamada bulunduğu, Hz. Ali’nin “kişinin kazandığı malın üzerinden bir yıl geçmedikçe, o malda zekât tahakkuk etmez” dediği, Abdullah İbn Mes’ûd’un da aynı şekilde fetva verdiği nakledilmiştir. 19 Ancak Hz. Ali’nin bu sözü, dönem sonunda nisap miktarı mala sahip olanın, yıl sonuna doğru elde ettiği ka- zancının, bu matraha eklenmeyip, bir yıl daha bekletileceği anlamına gelmez.
7) Alacakların Zekâtı:
Başkalarının zimmetinde olup, nisap miktarına ulaşan nakit para türünden alacaklar, zekâta tabi olup olmama bakımından üçe ayrılır.
a) Kuvvetli alacak: Borç olarak verilen paralar, veresiye satılan ticaret mallarının bedeli olan alacaklar, borçlu borcunu kabul ediyorsa veya borç sağlam belgelerle ispat edilebilecek durumda ise kuvvetli alacaklardır. Bunlar tahsil edildiği zaman geçmiş yıllara ait zekâtları verilir.
Kuvvetli olan ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunan bir alacaktan, zekât nisabının yükümlü en az beşte bir kadar miktarı tahsil edince, bu miktarın zekâtını hemen verir. Bundan az tahsil edilirse, sahibinin zekâta tabi başka bir malı bulunmadığı takdirde zekâtını hemen vermesi gerekmez.
Diğer yandan İmam Muhammed’e göre böyle bir alacak, borçlu tarafından inkâr edilmekte ise, alacaklının ispat edici belgeleri bulunsa bile, tahsil edildiği zaman geçmiş yıllara ait zekâtı lazım gelmez. Sağlam görülen görüş de budur. Çünkü her belge hakim tarafından geçerli sayılmaz ve herkes dava açma imkânını bulamayabilir.
b) Orta derecede alacaklar: Ev veya dükkân kirası gibi kendisi zekât konusu olmayan bir malın bedeli bu niteliktedir. Bu gibi borçlarda yıllanma süresi kiracının zimmetinde borç meydana geldiği tarihten itibaren başlar ve geçecek yıllar için zekât vermek gerekir. Ancak tam nisap miktarı kadar tahsil edilmedikçe, sahibinin zekâta tabi başka malı bulunmadığı takdirde, zekâtını hemen vermesi gerekmez.
Ebû Hanîfe’den daha sağlam görülen bir rivayete göre, bu tür alacakların geçmiş yıllara ait zekâtları lazım gelmez. Belki nisap miktarı kabzedilip bir yıl geçince veya zekâta tabi başka mal varsa, yıl geçmesi beklenmeksizin buna eklenerek zekâtı verilir.
c) Zayıf alacaklar: Bir mal bedeli olmaksızın başkasının üzerinde olan alacaktır. Mehir, miras, vasiyet, anlaşmalı boşanmada kadından alınacak muhâlea bedeli ve diyet alacağı gibi alacaklar bu niteliktedir. Çünkü mehir, bir mal mübadelesinden doğmuş bir borç değildir. Boşanma bedelinin de bir mal olarak karşılığı yoktur. Vasiyet borcu diyet ve sulh bedelleri ile miras malları da, bir malın karşılığı olan alacaklar değildir. Bu gibi alacaklardan nisap miktarı elde edilip üzerinden bir yıl geçmedikçe zekât vermek gerekmez.
Alacakların bu şekilde sınıflandırılması Ebû Hanîfe’ye göredir.
Sonuç olarak; bu alacakların her birinden zekât vermek gerekir. Ancak ödeme teslim alma sırasında farz olur. Kuvvetli alacaklarda nisabın beşte biri alınınca, orta ve zayıf alacaklarda ise nisabı tamamlayacak kadar bir miktar alınınca zekât vermek gerekir. Diğer yandan bir bedel karşılığı olmayan zayıf alacaklar yeni bir kazanç elde etme niteliği taşıdığı için bunların üzerinden bir yıl süre geçmesi gerekir. Zekâta tabi başka bir mal bulunması halinde ise bunlar birbirine eklenerek zekâtı verilir.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, diyet dışındaki tüm alacaklar eşit olup kuvvetli alacak niteliğindedir. Tahsil edilen alacağın üzerinden bir yıl geçmese bile zekâtı verilir. Çünkü borçlunun yanında iken geçen süre alacaklının yanında geçmiş gibidir. 20
Şâfiîlere göre, altın, gümüş veya ticaret malının karşılığı olan alacaklar için, elde etmeye güç yetince geçmiş yılların zekâtını vermek de gerekir. Ancak alacak hayvan cinsinden veya hurma, üzüm gibi yiyecek maddeleri kabilinden olursa zekât gerekmez. 21
TİCARET MALLARININ ZEKÂTI NASIL VERİLİR?
Ticaret malı Arapça “urûz” terimi ile ifade edilir. Bunun tekili olan “araz” dünya malı demektir. “Arz” şeklindeki okunuşuyla ise, altın ve gümüş para dışındaki mallar, ev eşyası, akarlar, hayvan türleri, tarım ürünleri, elbiseler ve benzeri menkul ve gayri menkullerden ticaret için hazırlanan mallar kastedilir. Sahibinin satıp kâr elde etmek amacıyla edindiği ev, dükkân, arsa, tarla, bahçe, ve benzeri akarların hükmü de ticari eşyanın hükmü gibidir. Bu gibi akarlar da, satmak niyetiyle elde bulununca, ticari eşya gibi zekâta tâbidir. Ancak bu gibi akarlar kira geliri elde etmek amacıyla elde tutulursa, kira geliri nisaba ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa, kırkta bir zekât gerekir.
Diğer yandan sahibinin oturduğu ev, ticaret için kullanmakta olduğu iş yeri, depo, büro ile sanayi için kullandığı tesislerden zekât gerekmez.
1) Ticaret Mallarının Zekâtı İle İlgili Deliller:
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey İman edenler, kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Özellik* le kötü olanını seçmeyin. Gözünüzü kapatmadan alamayacağınız şey*leri mi bağışlıyorsunuz? Bilin ki Allah, kendi kendine yeterli ve övgüye değer olandır.” 22 Bu âyette geçen “kazandıklarınızın temizlerinden…infak edin” anlamındaki ifade, fakihlerin çoğunluğu tarafından “ticaret yoluyla elde ettiğiniz kazançtan zekât verin” şeklinde anlaşılmıştır.” Çünkü bu âyet, ticaret mallarının ve tarım ürünlerinin zekâtı ile ilgili olarak inmiştir. 23
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Deve ve sığırdan zekât vardır, ku*maştan da zekât vardır.” 24
Semüre İbn Cündeb (r.a) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s) ticaret için hazırladığımız mallardan zekât vermemizi bize emrederdi.” 25
Ebû Amr İbn Hammas’ın babasından rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer kendisine, ticaret için elinde bulunan ok torbaları ve derilerden zekât ödemesini bildirmiştir. 26 İbn Kudâme (ö.620/1223) ticaret mallarına zekât uygulaması ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Bu yaygın olan bir olaydır. Ashab-ı kiram’dan da kimse buna karşı çıkmadığı için icmâ meydana gelmiştir. Bu, Hz. Ömer, İbn Ömer ve İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Hasan, Câbir b. Zeyd, Tâvus, Nehaî, Sevrî, Evzaî, Ebû Hanîfe, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’in görüşü de böyledir. 27
İmam Mâlik ve Dâvud ez-Zâhirî’den rivayet edilen, ticaret mallarından zekât olmadığı görüşü “Atlarla kölelerin zekâtından sizi affettim” 28 hadisine dayanmaktadır. Ancak bu hadisten kastedilen bu malların kendilerinden zekât verilmeyeceğidir. Ticaret için elde bulunduruldukları takdirde kıymetleri üzerinden zekât verilmesine bu hadis engel değildir. Diğer yandan Mâlikîler’in mezhep görüşüne göre, şartlar gerçekleşirse ticaret mallarına zekât gerekir. 29
Ticaret malları gelişmesi ve çoğalması gaye edinilen mallardır. Nitekim zekâta tabi olan altın, gümüş, para, hayvanlar ve tarım ürünlerinde de bu özellik vardır. Ticaret mallarının temelde para olduğunda şüphe yoktur. Bunların bedeli olan nakit paraya zekât gerekirken, ticaret mallarına gerekmemesi ekonomik bir çelişki doğururdu. Diğer yandan bu durum nakit paranın ticaret malına çevrilerek sürekli zekât dışı tutulmasına ve yoksulların bundan zarar görmesine yol açardı. 30
2) Ticaret Malından Zekât Alınmasının Şartları:
a) Ticaret malının nisap miktarına ulaşması: Yıl başında kıymetleri en az iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın miktarında bulunan ticaret mallarının zekâtı için yıl sonundaki kıymetleri esas alınır. Bu kıymetlere göre zekâtı verilir. Malın kıymeti, bulunduğu beldenin piyasa rayicine göre belirlenir. Eğer bu mallar şehir dışında bir yerde ise buraya en yakın şehirdeki kıymetleri esas alınır.
Zekât nisabını tamamlamak için ticaret mallarının kıymeti altın, gümüş veya paraya ilave edilir. Kısaca bunları birleştirerek toplam üzerinden hesap yapılır.
b) Ticaret malının üzerinden bir yıl geçmesi: Ticaret malına sahip olunduğu tarihten itibaren malların kıymetleri üzerinden bir yıl geçmiş olması gerekir. Malın kendisinin üzerinden yıl geçmesi şart değildir. Hanefî ve Mâlikîlere göre bu konuda geçerli olan yılın başı ile sonu olup, ortası değildir. Bir kimse yılın başında nisap miktarı mala sahip olup yıl içinde bu mal azalır, sonra yıl sonunda yeniden nisap miktarına ulaşırsa bu maldan zekât vermek gerekir. Yılbaşında veya yıl sonunda nisaptan eksik olan maldan ise zekât vermek gerekmez.
Şâfiîlere göre, ticaret malının yıl sonunda nisap miktarına ulaşması esastır. Çünkü yıl sonu zekâtın farz olma vaktidir. Buna göre, bir kimsenin yılbaşında on miskal altını bulunsa, bunun beş miskali ile bir ticaret malı satın alsa, yıl sonunda bu malın kıymeti on beş miskale ulaşsa, elindeki beş miskalle birlikte toplam yirmi miskal altın karşılığına sahip olduğu için zekâtla yükümlü olur. Hanbelîlere göre ise ticaret malının yıl boyunca nisap miktarının altına düşmemesi gerekir. Ancak yarım gün gibi kısa süreli eksilmeler zarar vermez.
c) Satın alma sırasında ticarete niyet etmek: Ticaret malları satın alınırken bunlarla ticaret yapmaya niyet etmek gerekir. Eğer bu mallara sahip olduktan sonra niyet edilirse, niyetin ticaret işine yakın olması gereklidir. Satışa sunmak, satış için ilan vermek veya satış için başkasına yetki vermek gibi bir fiil olmadıkça mücerret bir niyetle bir mal, ticaret malına dönüşmüş olmaz.
Diğer yandan kendisiyle ticaret yapılan malın ticarete niyet etmeye elverişli bir mal olması gerekir. Mesela, bir kimse haraç veya öşür arazisini ticaret amacıyla satın alsa, bunu satıncaya kadar ekip biçse, zekât değil, haraç veya öşür vermesi gerekir.
İmam Muhammed’e göre miras, bağış veya vasiyet gibi bir yolla intikal eden bir mal için ticarete niyet edilse, mücerret bu niyetle mal ticaret için olmuş olmaz. Ebû Yûsuf’a göre ise, kişi kendi kabulüne bağlı olan bu gibi malları ticaret yapmak niyetiyle kabul etse, o mal ticaret malı sayılır.
Başlangıçta ticaret niyetiyle satın alınmamış olan bir mal, mesela, bir arsa, bir takım eşya, halı veya bir miktar zahire ileride satılmak üzere saklansa, bu bir ticaret malı sayılmaz. Bu yüzden bunların üzerinden bir yıl geçse de zekât gerekmez. Bir kimse şehir kenarındaki bir gayri menkulünü ziraî ürünler yetiştirmek veya depo vb. için kullanılmak üzere kiraya vermekte ise, bu yer geliri üzerinden zekâta tâbi olur. Fakat burası belediye imar alanına girip, parsellendikten sonra satışa arzedildiği tarihten itibaren ticaret malına dönüşür ve değeri üzerinden kırkta bir zekâta tâbi olur.
Özet olarak, bir şeyin ticaret malı sayılıp, bundan zekâtın gerekmesi için; malın nisap miktarına ulaşması, üzerinden bir yıl geçmesi, niyetle birlikte fiilî olarak da ticarete başlanılmış olması, ayrıca malların ticaret niyetine elverişli bulunması gereklidir.
3) Ticaret Malından Zekâtın Hesaplanması:
Ticaret eşyasının üzerinden bir yıl geçince, altın veya gümüşten hangisi yoksulun lehine olacaksa, onunla nisap belirlemesi yoluna gidilir. Ancak günümüzde gümüş, altına göre çok değer kaybettiği için, altının ölçü alınması daha uygundur. Zenginlik sınırının tespitinde, temel ihtiyaç maddeleri istisna edilerek, tercih edilen görüşe göre kişi kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık masraflarını ve borçlarını düşer. Geride kalan nakit para veya ticaret eşyası nisap miktarına ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa, bunlar birbirine eklenerek kırkta bir zekâta tâbi olur. 31
Ticaret malının zekatı kırkta bir olarak kendi cinsinden verilebileceği gibi, malın kıymetinin kırkta biri de verilebilir. Zekât yükümlüsü bu konuda tercih hakkına sahiptir. Çünkü ticaret malı, zekâtın farz olduğu bir maldır. Altın, gümüş, hayvan veya tarım ürünlerinde zekât kendi cinslerinden verilebildiğine göre, bunların zekâtını da kendi cinsinden vermek caizdir. Bu görüş Hanefîlere aittir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre ise, ticaret mallarının zekâtını kıymet olarak vermek gerekir. Çünkü nisap kıymet üzerinden belirlenmektedir. Bu yüzden zekât malda değil, ancak kıymetinde farz olmuştur. 32
Hanefîlere göre ticaret mallarının zekâtının kendi cinsinden verilebilmesi uygulamada bir takım kolaylıklar getirmektedir. Özellikle yoksulların ihtiyacı olan gıda maddeleri, giyecek, yakacak, inşaat malzemesi ve benzerlerinin kendi cinsinden zekâtını vermek yoksulların doğrudan yararlanmasını sağlar. Diğer yandan esnaf ve tüccarın büyük meblağlara ulaşan zekâtını yıl sonunda nakit olarak ayırıp ödemesi güçlük doğurur, bu durum zekâtın ya geç ödenmesine veya az verilmesine ya da hiç verilmemesine yol açabilir. Halbuki, bir gıda toptancısının, bir kumaş tüccarının veya bir konfeksiyoncunun sayım yaparak ticaret malının kırkta birini mal olarak yoksullara dağıtması ya da bunun Asr-ı Saadet’te olduğu gibi devlet eliyle yapılması, bir İslâm ülkesinde yoksulluk problemini kökten çözmeye yeterlidir. Nitekim ülkemizin zekât potansiyeli ile ilgili olarak yapılan bazı istatistik çalışmaları, bu sosyal yardımlaşma kurumunun, tam olarak uygulanması durumunda büyük bir ekonomik güç oluşturacağını ve bu yolla yoksulluk probleminin kökten çözülebileceğini, ortaya koymuştur. 33
Ticaretten yıl boyunca elde edilen kârlar ile hayvanlardan doğan yavrular, miras, bağış gibi ticari olmayan yollardan elde edilen mallar sermayeye eklenir. Yıl sonunda bunlar bir bütün olarak değerlendirilerek zekât hesabı yapılır. Ancak yıl dolduktan sonra meydana gelecek ilâvelerin, asıl mala eklenemeyeceği konusunda görüş birliği vardır.
ŞİRKETLERİN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
İslâmî esaslara göre kurulan ortaklıklarda her ortak kendi hissesine düşen zekâtla yükümlü olur. Ortaklar sadece ticaretin gerektirdiği işlemlerde bir- birlerinin vekili sayılır. Zekât bir ibadet olup, geçerli oluşu niyete bağlıdır. Bu nedenle şirket adına zekât verilebilmesi için ortakların birbirlerine özel yetki vermeleri gerekir. Şirketlerin zekâtını sermaye ortaklığı ve kâr ortaklığı üzerinden şu şekilde açıklayabiliriz:
1) Sermaye Ortaklığı ve Sanayi Kuruluşlarının Zekâtı:
İki ve daha çok kimsenin sermayelerini birleştirmek suretiyle oluşturdukları ortaklık türüdür. Sermayeler eşit veya farklı miktarlarda olabilir. Kârın paylaşılma şekli serbest sözleşme ile belirlenirken, zarara katlanma kural olarak sermaye oranlarına göre olur. Bu çeşit ortaklıklar ya ticaret şirketi veya üretim yapan sanayi şirketi türünde olabilir.
Ticaret şirketinde zekât dışı tutulacak büro, dükkan, depo, servis aracı, lojman gibi sabit sermaye daha az olur. Gıda maddeleri ticareti yapan bir şirketin yıl sonu muhasebe sonuçlarına göre, borçlar düşüldükten sonra 20 kg. külçe altın değerinde nakit parası, yirmi ton pirinci, yirmi ton toz şekeri ve yirmi ton da kuru fasulyesi bulunsa, eşit hisseli dört ortak varsa, herbirinin zekât yükümlülüğü dörtte bir üzerinden olur. Her bir ortağın şirket dışı özel bir borcu veya zekâta tâbi başka bir malı yoksa, bu şirketten zekât borcu; 125 gr. külçe altın karşılığı nakit para, 125 kg. pirinç, 125 kg. toz şeker ve 125 kg. da kuru fasulye olur. Ortak, bu gıda maddelerinin kendisini veya bedellerini verebilir.
Sanayi şirketinde ise artıcı (nâmî) özelliği bulunmayan sabit sermaye daha büyük olur. Bir fabrikanın binası, makineleri, depoları, servis araçları, lojmanları ve ticaret malı niteliğinde bulunmayan diğer taşınmazları zekât dışı kalır. Borçlar düşüldükten sonra, geride kalan nakit para, döviz, hammadde, mamul veya yarı mamul tüm ekonomik değerler yıl sonu değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur. Şirketin tüm mal varlığı içinde zekâta tabi olan değişken değerler yüzde otuz olsa, yalnız bu kısımdan zekât gerekir. Her ortak, şirketin zekâta tabi mal varlığından kendi hissesine düşen kısmını hesaplayıp % 2.5 zekât vermekle yükümlü olur. Ancak bu ortağın şirket dışı borçları varsa, bu payını adı geçen borçlara karşılık tutabilir. Zekâta tabi başka malı varsa, bunlar da şirket hissesine eklenerek zekât hesabı yapılır.
Çağımız İslâm hukukçularından bir grup bilgin, fabrika bina, ekipman ve makinelerini üretim aracı olmaları yönüyle tarım arazilerine, bunların gelirini de tarım ürünlerine kıyas ederek, zekâtın bu sanayi kuruluşlarının kendilerinden değil, gelirlerinden alınması gerektiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlara göre, sanayi kuruluşlarının zekât nispeti; sâfî gelirden % 10 veya gayri sâfî gelirden % 5 olması gerekir. Ancak sanayi makineleri ile tarım arazileri birbiri- ne kıyas edilemeyecek derecede farklılık gösterdiği için bu görüş eleştirilmiştir. Şöyle ki, sanayi makineleri topraktan farklı olarak çalıştıkça eskir, yıpranır, kısa aralıklarla parçaları değiştirmek veya yeni teknolojiler yüzünden bizzat makineleri yenilemek gerekir. Günümüz mâliyet hesaplamalarında, makineler için amortisman bedeli ve yıpranma paylarının dikkate alınması, bunların topraktan farklı bir yapıya sahip olduğunu gösterir.
Nitekim 1965’te Kahire’de ve 1984’te Kuveyt’te yapılan bilimsel konferans kararlarında, sınaî makinelerin safî gelirlerinden % 2.5 oranında zekât alınması tavsiye edilmiştir. Diğer yandan çoğunluğunu Mısırlıların oluşturduğu bir grup bilgine göre ise, sanayi sektöründe zekât, dönen sermaye ve gelir toplamından % 2.5 oranında uygulanmalıdır. 34
2) Hisse Senetlerinin Zekâtı:
Bir şirketteki ortaklık payını belirleyen belgeye “hisse senedi” denir. Bu senet başlangıçta şirketin gerçek mal varlığını yansıtırken, yıllar sonra, şirke- tin mal varlığı yüzlerce kat büyüdüğü halde hisse senetlerindeki miktarın sabit kaldığı görülmektedir. Mesela, hisse senetlerindeki toplam meblağ, başlangıç- ta 20 kg. külçe altın değerinde nakit para tutarında iken, şirketin mal varlığı ileriki yıllarda, 45-50 kg. külçe altın değerine yükselebilmektedir. Hisse senedine Türk lirası olarak yazılan rakamlara göre bir kaç katı nominal değer üzerinden alıcı bulması da, bu senetlerle mal varlığı arasındaki büyük farkı kapatmaya yetmemektedir. Diğer yandan on beş-yirmi yıl önceye ait rakamlara göre kâr paylarının verilmesi de yanıltıcı olmaktadır.
Dağıtılmayan kârların şirketin mal varlığına eklenmesi ve sürekli büyü- menin sağlanması ortakların rızası bulununca mümkün ve caizdir. Ancak ortaklıktan amaç kâr elde etmek olduğu için ortaklardan herhangi birisi ihtiyacı olduğu için kâr dağıtımını istese onun kârını hesaplayarak vermek gerekir. Bu takdirde kâr almayan ortakların hisseleri büyümüş olur. Kısaca dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârların, ya da şirketin enflasyonlar yüzünden sürekli değeri değişen mal varlığının yeniden değerleme yoluyla, para karşılıkları hesaplanarak hisse senetlerine yansıtılması gerekir. Meselâ; bir kimsenin on beş yıl önce, toplam sermayesi yüz milyar lira olan bir şirkette, bir milyar liralık hissesi varsa, şirketin mal varlığı üzerinde %1 oranında hak sahibi demektir. Böyle bir şirketin mal varlığı bugün, rakamsal olarak beş trilyon liraya çıkmışsa, bu ortağın hakkı yaklaşık elli katına yükselmiş bulunur. Bu şirketin sâbit sermaye oranı %50 ise, bu ortağın 50 milyar lira olan hisse senedi değerinin yarısı kırkta bir zekâta tâbi bulunur. Borsada alım satımı yapılan hisse senetlerini de bu ölçüler içinde değerlendirip, döner sermaye oranı belirlendikten sonra zekât hesabını yapmak gerekir. Bir İslâm beldesinde her müslüman ortağın yıl sonlarında, ortağı bulunduğu şirketin zekâta tabi mal varlığı içindeki hissesinin yüzde oranını bilme hakkı vardır.
Şâfiîlere göre şirketlerin zekâtı, dönem sonunda şirket yönetimince he- saplanarak verilir. Ortakların böyle bir hesap çıkarması güç olduğu için, böyle bir zekât uygulaması İslâm ülkesinde kolaylık meydana getirir. Hanefîlere göre de şirket ana sözleşmesine madde konularak veya sonradan genel kurulun vereceği yetkiye dayanarak, şirket yönetiminin vereceği zekât yeterli olur. Bu yapılamadığı takdirde, ortakların zekâta tâbi mal varlığı konusunda bilgilendirilmesi gerekir.
1984’te Kuveyt’te yapılan “I. Zekât Kongresi” nde, şirketlerin zekâtının, şirket tüzüğünde gerekli düzenleme yapılıp, genel kuruldan bu yönde karar çıkarıldıktan sonra, hisse sahiplerinin rızaları da alınarak şirket yönetimince verilmesi tavsiye edilmiş, bu yapılmadığı takdirde her ortağın kendi hissesinin zekâtını hesaplayıp vermesi gerektiği belirtilmiştir. Hisse senetleri elde bulun- durma amacına göre ikiye ayrılmıştır. a) Hisse senedi sırf ticaretini yapmak, yani borsadaki değer artışından yararlanmak amacıyla alınmışsa, bunun zekâtının vücûb tarihindeki piyasa değeri üzerinden % 2.5 oranında verilmesi gerekir. b) Gelirinden (temettu’) yararlanmak amacıyla alınmışsa, çoğunluk âlimlere göre, elde ettiği geliri, diğer mallarına katarak, nisap ve bir yıl geçme şartı gerçekleşmişse % 2.5 oranında zekâta tâbi olur.
Suûdî Arabistan’ın Cidde kentinde 6-11 Şubat 1988’de yapılan İslâm Fıkıh Akademisi’nin dördüncü dönem toplantısında, hisse senetlerinin zekâtı ister şirket yönetimince, ister hisse senedi sahiplerince verilsin, hesaplamanın gerçek şahıslara ait malların ve sanayi kuruluşlarının zekâtı nasıl hesaplanıyorsa, o şekilde hesaplanması gerektiği karara bağlanmıştır. Hissedarın, şirketin gerçek mal varlığı ve bunun içinde kendi payına düşen zekât miktarını öğrenme imkânının bulunmaması durumunda hisse senedini alma amacına göre ikili ayırım burada yapılmıştır. Buna göre; hisse senedi borsa değer artışından yararlanmak amacıyla ticaret için alınmışsa, piyasa değeri üzerinden, piyasa değeri oluşmamışsa, bilirkişinin belirleyeceği değer üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur. Hisse senedi sırf yıllık kârını (temettu’) elde etmek amacıyla alınmışsa, gelirinin % 2.5’u oranında zekâta tâbi bulunur. Burada kiraya verilen, tarım arazisi olmayan arazi ve taşınmazların kira bedeline kıyas yapılmıştır.
Ancak şunu da belirtelim ki, hisse senetleri şirketin mal varlığına ve ticaret faaliyetlerine ortaklığı içerdiği için, şirketin üretim ve ticaret faaliyetlerinin meşrû olması gerektiğinde şüphe yoktur.
3) Emek Sermaye (Mudârabe) Ortaklığı:
Bir taraf sermayeyi, diğer taraf da emeğini ortaya koyarak emek-sermaye ortaklığı kurulabilir. Buna İslâm’da “mudârabe” denir. Kârın paylaşılması sermaye sahibi ile işletmeci arasında serbest sözleşmeye göre olur. Zararda işletmecinin kasıt, kusur veya ihmali (teaddî) bulunmadıkça yalnız sermaye sahibi katlanır. İşletmecinin zarardan payı, emeğinin boşa gitmesi şeklinde ortaya çıkar. Mudarabe, İslâm bankacılığının da esasını teşkil eder.
İşte emek-sermaye ortaklığında, ortaklığın tasfiyesi beklenmeksizin yıl sonunda sermaye sahibi, sermaye ve kârdan payına düşenin, işletmeci ise, zekât yükümlüsü olacak durumda ise, yalnız kârdan payına düşenin zekâtı ile yükümlü olur. 35
4) Tahvil ve Hazine Bonolarının Zekâtı:
Maktu gelirli tahvil ve hazine bonolarının kıymeti üzerinden, kâr-zarar tahvilleri ise yıl sonundaki ana para ve kâr toplamı üzerinden, zekâta tabi olur.
BİNA, ARSA VE NAKİL ARAÇLARININ ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
Müteahhitlerin faaliyetini zekât durumuna göre aşağıdaki şekilde değerlendirmek mümkündür:
Müteahhit inşaatlarını tam olarak kendi sermayesiyle tamamlayıp satışa arzediyorsa, her yıl zekât hesap dönemi sonunda, inşaatının ulaştığı noktada değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi bulunur.
Yaptığı inşaatı proje üzerinden veya inşaat devam ederken peşin parayla satması durumunda, satış bedelinin yalnız kendisine isâbet eden kâr kısmı zekât matrahına eklenir. Taksitlerle satması durumunda, zekât hesap dönemine kadar teslim aldığı taksitlerin toplamı kadar imâlât yapmışsa, yine yalnız kâr kısmı zekât matrahına eklenir ve değeri üzerinden % 5 zekât gerekir. Böyle bir taksitli satış istisnâ’ (sipariş) sözleşmesi niteliğinde olup, bir yılda ödenen toplam bedel ve yapılan iş miktarı dikkate alınarak zekât hesabını çıkarmak güç olmaz.
Mütahhidin ileride inşaat yapmak üzere elinde bulunan arsalardan imarı alınmış ve inşaat kararı verilmiş olanlar, değeri üzerinden % 5 zekâta tâbi bulunur. Ancak arazi olarak alınmış, henüz parsel yapılmamış, ya da parsel yapılıp da imarı alınarak henüz inşaat veya satış kararı verilmemiş durumda olan yerler, akar niteliğinde olup, tarım arazisi ise ve ekilip biçiliyorsa öşre, akar olarak kiraya verilmişse kira geliri üzerinden zekâta tâbi olur. Ya da boş olarak tutuluyorsa, kiraya verilmemiş bir akar olarak zekât gerekmez.
Kooperatif inşaatını üstlenen müteahhit de, sözleşme uyarınca, yıllık âidat toplamı kadar iş yapar. Ancak bu âidatın içinde müteahhit kârı da vardır. Müteahhidin bunu hesaplayarak zekât matrahına eklemesi gerekir. Kooperatif üyeleri kendisi oturmak veya kiraya vermek amacıyla yatırım yapıyorsa, zekâta tâbi olmazlar. Satıp kârından yararlanmak amacıyla üye olan ise, zekât hesap dönemi sonunda, kendi hissesine düşen inşaat değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur.
Emlâkçılık yapan kimse, kendi mülkiyetinde olup satışa arzettiği taşınmazlardan, zekât hesap dönemi sonunda elinde bulunanların değeri üzerin- den % 2.5 zekâta tâbi olur. Komisyoncu olarak başkalarına ait taşınmazları satan veya kiraya vermekte olan emlâkçı ise, komisyon gelirlerinden elde kalanı, dönem sonunda zekât matrahına ekler.
Bir kimse sırf kira gelirinden yararlanmak için iş yeri, dükkân, depo, antrepo, iş hanı gibi akarlar edinse, zekât hesap dönemi sonunda bu kira gelirleri başka mal ve parası da varsa bunlara eklenerek % 2.5 üzerinden zekâta tâbi olur.
Günümüzde sermaye, toprak ve ticaret dışında daha düzenli gelir sağlamak amacıyla başka yönlere yönelmiştir. Kira geliri sağlamak için elde tutulan daire, işyeri, dükkân, han, apartman, depo ile üretim için tesis edilen fabrikalar, nakliye işinde kullanılan otobüs, tren, uçak, gemi, tır ve benzeri vasıtalar bunlar arasında sayılabilir. Bunların hepsi kendisinde büyüme ve gelişme olmaksızın geliri için yapılan yatırımlardır. Bu yüzden de gelirlerinden zekat vermek gerekir.
Diğer yandan bazı durumlarda kira geliri ve ticaret malı olma niteliği bir malda toplanabilir. Bir müteahhit, satacağı bazı daireleri geçici olarak kiraya verse, bu dairelerin ticaret malı olma niteliği değişmez.
Galericilerin alıp-satmak üzere ellerinde bulunan otomobil, minibüs, kamyon, otobüs gibi araçları değeri üzerinden zekâta tâbi olur. Başkalarına ait araçları komisyon usûlü satan galerici ise, bu gelirlerinden dönem sonunda elinde kalanı zekât matrahına ekler ve zenginse % 2.5 üzerinden zekâta tâbi olur.
Şehirlerarası otobüs işletmeciliği yapan bir firma, işlettiği kendi mülkiye- tinde bulunan otobüslerin gelirinden dönem sonunda % 2.5 zekâta tâbi olur. Ancak yıl içinde bunlardan meselâ, beş tane otobüsün satışına karar verilse, alıcı çıkıncaya kadar, bunlar sefere devam edebilir, fakat ticaret malına (urûz) dönüştükleri için, bunlar değeri üzerinden zekât matrahına eklenir.
MADEN VE DEFİNELERİN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
Allah Teâlâ’nın yeryüzünü yaratırken yerin altında yarattığı bazı ekonomik değerlere “maden”, insan eliyle gömülmüş şeylere ise “define” denir. Hanefîlere göre, “rikâz” maden ve defineleri kapsamına alan bir terimdir. Madenler genellikle ateşte eriyip kalıba dökülebilen maddelerdir. Hanbelîlere göre ise, katı ve sıvı bütün maden türleri bu çeşide girer. 36
Madenler üç türlüdür:
1.) Katı olup eritilebilen ve kalıba dökülebilen madenler: Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay, tunç madenleri bu niteliktedir. Civa da buna ilave edilmiştir. Bunların zekâtı nisap miktarına ulaşınca beşte birdir.
2.) Eritilmeye elverişli olmayan katı madenler: Bunlar ateşte erimeyen ve şekil almayan, mermer, kireç, alçı taşı, elmas, yakut, fruze, tuz gibi madenlerdir. Bu gibi madenlerden üretici zekâtı alınmaz. Bunların tamamı sahibine, sahibi yoksa bulana aittir.
3.) Sıvı olup katılaşmayan madenler: Cıva, petrol gibi katı olmayan maddelerdir. Bunlardan da üretici zekâtı Bunlar tam olarak arazi sahibine aittir. Üretimden sonra ticaret malı olarak zekâta tabi olurlar.
Bu duruma göre, beşte bir zekât verilmesi yalnız ateşte eriyip kalıba dökülebilen maden türü olan birinci çeşit için gereklidir.
Bu çeşit madenler ister öşür, ister haraç topraklarında bulunsun beşte bir zekât alınır ve ganimetlerin harcanacağı yere sarfedilir. Bunun delili Kitap, sünnet ve kıyastır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Biliniz ki, ganimet olarak elde et*tiğiniz malların beşte biri, Allah’ın, Peygamber’in ve yakınlarının, yetim*lerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kadirdir.” 37 Hanefîlere göre madenler ganimet hükmündedir. Çünkü bunlar daha önce ehl-i küfrün elinde bulunan topraklardan çıkarılmaktadır. Ancak müslümanlar bu toprakları daha sonra savaşarak elde etmişlerdir.
Sünnetten delil, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Rikâzda humus (beşte bir nispetinde vergi) vardır.” 38
Hz. Ömer’in Medine dışında bulunan 1000 dinar altın paranın 200 dinarını devlet adına beytülmâle aldığı, Hz. Ali’nin de madenleri “rikâz” diye isimlendirip, çıkarılan madenlerden ve eski devirlere ait buluntu paralardan beşte bir oranında vergi aldığı nakledilmiştir. 39
Diğer yandan madenler, İslâm’dan önceki döneme ait olan definelere kıyas edilmiştir. Bir topraktan çıkarılan, bu toprak müslümanların eline geçmeden önceki döneme ait olan define, ganimet hükmünde olup, bundan beşte bir zekât alınır. Buna kıyasla aynı hükümde sayılan madenlerden de beşte bir alınması gerekir. 40
İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre rikâz, eski devirlerde yer altına gömülüp gizlenen değerli eşya, hazine ve definedir. Madenler rikâz kapsamı dışında kalır. Hatta İmam Şâfiî rikâzı sadece câhiliye devrinde gömülmüş olan altın ve gümüşe hasreder ve bunlardan alınacak beşte bir verginin zekât verilecek kimselere sarfedileceğini söyler. Ebû Hanîfe’ye, bir görüşe göre Mâlik’e ve Ahmed İbn Hanbel’e göre ise beşte bir geliri fey’ hükümlerine tâbi olup zekât dışında, kamu hizmetlerine harcanır. 41
Hanefîlere göre madenlerin zekâtı beşte bir iken, diğer üç mezhebe göre kırkta birdir. Bu görüş ayrılığı, üç mezhebin madenleri rikâz kapsamı dışında kabul etmesinden kaynaklanmıştır.
Hanefîlere göre, bulunan madenlerle definelerden beşte bir zekât verildikten sonra artan kısım eğer maden ve defineler birinin mülkünde bulunmuşsa, mülk sahibine aittir. Eğer hiç bir kimsenin mülkiyeti altında değilse, artan kısım bulana aittir.
Bu duruma göre, devletin mülkiyeti altında bulunan mîrî arazilerde bulu- nacak madenlerin tam olarak devlete ait olması gerekir.
Ebû Hanîfe’den başka bir rivayete göre, öşür ve harac arazisi gibi sahipli mülklerde bulunan madenler mâliklerine aittir, bunlardan beşte bir alınmaz.
Defineler de üçe ayrılır:
1-) Sahipsiz topraklarda veya sahibi bilinmeyen topraklarda bulunmuş ise beşte bir vergi alınır, kalan beşte dördü bulana ait olur. Mülk arazide bulunmuş ise Hanefîlere göre beşte dördü mülk sahibine veya mirasçılarına verilir. Böyle bir defineyi gayri Müslim veya çocuk da bulsa hüküm değişmez.
2-) Bulunan altın gümüş veya değerli eşyanın İslâmî döneme ait olduğu- nu gösteren mühür, yazı, tuğra gibi bir alâmet taşıması durumunda “lukata (buluntu mal)” hükümleri uygulanır. Bu şekilde bulunan eşya bir yıl süreyle -usûlüne göre- ilân edilir. Bunları bulanlar yoksulsa kendisine, zenginse başka yoksullara sarfederler veya İslâm devletinin yetkili temsilcisine teslim ederler.
3-) Hangi devre ait olduğu şüpheli bulunan defineler: Üzerinde ne İslâmî devre, ne de İslâm’dan önceki devre ait olduğunu gösteren bir alâmet bulun- mayan gömülmüş define bir görüşe göre İslâm öncesi devre, başka bir görüşe göre İslâmî devre ait kabul edilerek işlem yapılır.
4-) Bu çeşit bulunan eşyanın vergilendirilmesi için çoğunluk fakihlere göre nisap aranmaz. Yalnız İmam Şâfiî nisap şartını ileri sürmüştür.
5-) Fakihler rikâzın beşte bir vergiye tâbi olabilmesi için, bulunduktan sonra üzerinden bir yıl geçmesinin şart olmadığında görüş birliği içindedir.
Bir evde bulunan define ev sahibine ait olur. Ebû Hanîfe’ye göre bundan beşte bir zekât vermek gerekmez. Çünkü bu, toprak altında bir araya getirilmiş toprak parçaları gibidir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise böyle bir defineden beşte bir zekât vermek gerekir. Çünkü, “Rikâzdan beşte bir zekât vermek gerekir” hadisi mutlaktır. Evde veya ev dışında bulunan defineler arasında bir ayırım yapılmamıştır.
Denizlerden çıkarılan inci, amber, sikkeli paralar ve balıklardan Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre zekât olarak bir şey gerekmez. Ebû Yûsuf’a göre ise denizden çıkarılan nakit altın ve gümüşten, inci ile anberden beşte bir oranında pay alınır. 42 Delil Hz. Ömer’in uygulamasıdır. Zekât memuru olan Ya’lâ İbn Ümeyye deniz kenarında bulunan anber için Hz. Ömer’den yazılı görüş ister. Ömer (r.a) sahâbe ile istişare ederek şu cevabı verir: “Şüphesiz anber, Allah’ın nimetlerinden biridir. Anberde ve onun gibi denizden çıkarılan değerli şeylerde beşte bir nispetinde vergi borcu vardır.” 43 Diğer yandan Ömer İbn Abdilazîz’in, Umman zekât memuruna, denizden çıkarılacak balıkların değeri gümüş nisabına ulaşınca, onlardan zekât tahsil etmesini emrettiği nakledilir. 44 Buna göre ticaret amacıyla balık tutan veya balık ticareti yapan kimse, zengin durumda olunca, balıkların değeri üzerinden %2.5 zekâta tâbi olur.
Madenler konusunda şu noktaya da açıklık getirmek uygun olur. Günümüzde, ekonomik hayatta büyük bir önem kazanan, petrolün, veya ateşte erimeyen elmas, firuze, mermer gibi madenlerin zekât dışı kalmış olması dikkati çekebilir Temelde ticari ve ekonomik değeri olan şeylerin kullananın veya tüketicinin eline ulaşıncaya kadar zekât dışı kalması söz konusu olmaz. Petrol üreticisi, elmas veya yakut madencisi sadece beşte bir olan işletme ve üretim vergisinden muaf tutulmuştur. Ürettiği petrolü veya çıkardığı madenleri ham veya işlenmiş olarak piyasaya sürünce bunlar ticaret malı sayılır ve nisap miktarını aştığı zaman, diğer şartlar da bulununca kırkta bir zekâta tabi olur. Depolanıp satışı gecikirse her yıl için kırkta bir zekât borcu yenilenir. Buna göre, bunun işletmeciye veya üreticiye bir defaya mahsus olarak tanınan bir muafiyet olduğu söylenebilir.
İmam Şâfiî’ye göre altın ve gümüşten başka madenlerden zekât vermek gerekmez. Altın ve gümüşte kırkta bir zekât verilir. Çünkü altın ve gümüşün zekâtı ile ilgili hadisler umum ifade eder. Ayrıca madenin zekâtında bir yıl geç- me şartı yoktur. Çünkü bir yıl geçme şartı, mallarda büyümenin gerçekleşmesi için konulmuştur. 45
TARIM ÜRÜNLERİNİN VE MEYVELERİN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
Tarım ürünlerinden zekâtın farz olması Kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en iyilerinden infak edin.” 46 Fakihler buradaki emrin, topraktan çıkarılan ürünlerin zekâtı ile ilgili olduğu görüşündedir. Diğer yandan “infak” terimi geniş anlamıyla zekâtı da kapsar. 47 Yine âyette “hasat günü ürünün hakkını, zekâtını verin” 48 buyurulur. Çoğunluk fakihler bu ayetteki “hak” teriminin toprak ürünlerinden alınması gereken zekât olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak ürünlerinde onda bir (öşür), kova (el emeği) ile sulananlarda yirmide bir (nısıf öşür) vardır.” 49 Hadislerde “öşür” terimi “toprak ürünlerinden alınan zekât” anlamında kullanılmıştır.
Diğer yandan İslâm âlimleri, tarım ürünlerinin onda bir veya yirmide bir oranında zekâta tâbi olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Ancak zekâta tâbi olup olmayan arazi veya toprak ürünü çeşitleri üzerinde görüş ayrılıkları olmuştur.
1) Tarım Ürünlerinden Zekât Alınmasının Şartları:
Tarım ürünlerinin zekâtında, yükümlünün akıllı olması veya ergenlik çağına ulaşması şart değildir. Akıl hastası veya küçüklerin mahsulünden de zekât gerekir. Ancak yükümlünün müslüman olması gereklidir.
Hanefîlere göre bu genel şartlara ek olarak tarım ürünlerine zekâtın farz olması için şu şartlar öngörülmüştür:
Toprağın öşür toprağı olması. Harac arazisinden öşür vermek gerekmez. Çünkü bir topraktan hem harac vergisi, hem öşür bir müslümanın toprağında birleşmez.
Topraktan ürün çıkması. Eğer öşür toprağından bir şey çıkmazsa öşür vermek de Çünkü öşür, çıkan üründen verilir. Harac toprağını ise sahibi ekip biçme imkânına sahip olduğu halde boş bırakırsa yine harac vergisi ile yükümlü olur. Çünkü bu durumda toprakta hükmen üretim yapabilme (nema) niteliği var sayılır.
Toprağı ekip biçmek; gelir ve ürün elde etmek, büyüme gibi amaçlar için yapılmalıdır. Bu yüzden başlangıçta ürünü bulunmayan meşe, çam, kavak, ot ve benzeri şeylerden öşür Belki bunlar kesilip üretimde kullanıldığı veya satıldığı zaman ticaret malı olarak diğer zekât mallarına ilave edilir. 50
Toprak ürünleri, hayvanlar gibi açıkta olan mal türüne girer. Bu yüzden bunların öşrü, genel olarak sahabe devrinden Osmanlı İmparatorluğu uygulamasının sonlarına kadar devlet eliyle alınmıştır. Tarım ürünlerinden devletçe alınacak miktar, arazinin türüne göre değişiklik gösterir. Bu miktar zekât, sadaka, harac veya kira bedeli çeşitlerinden birisine girer.
2) Zekât Verilecek Tarım Ürünleri Ve Yükümlüler:
Ebû Hanîfe’ye göre tarım ürünlerinin zekâtında nisap aranmaz. Buğday, arpa, pirinç, darı, baklagiller, karpuz, patlıcan, domates, şekerkamışı, şeker- pancarı, hurma, üzüm ve benzeri öşür arazisi ürünlerinden az olsun çok olsun öşür zekâtı alınır. Dayandığı delil: “…Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en iyilerinden verin” 51 ayetidir.
Kısaca Ebû Hanîfe’ye göre insan eliyle yetiştirilen ve topraktan çıkan her üründen öşür gerekir. Öşürde bir çeşit vergi anlamı bulunduğu için bunu İslam devletinin zorla alma hakkı vardır. Bu yüzden ölünün terekesi olan ziraî ürünlerden, çocuk veya akıl hastasına ait arazilerin ürününden de öşür alınır.
Hanefîlere göre toprak ürünlerinin öşre tâbi olması için üzerlerinden bir yılın geçmesi şart değildir. Bir yıl içinde, birden çok ürün alınan yerlerde, öşür de ürüne bağlı olarak tekrar verilir.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in de içinde bulunduğu çoğunluğa göre, tarım ürünleri için nisap miktarı, her ürün çeşidi için beş vesk (yaklaşık 653 kg, Kûfeliler’e göre 1 ton)’tir. Bu nisaba ulaşmayan tarım ürünleri için öşür gerekmez. Delil, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Beş vesk’ten az (üründe) zekât yoktur.” 52
Ayrıca bu tarım ürünlerinin bir yıl kadar dayanabilecek nitelikte olması gerekir. Bu yüzden yaş meyve ve sebze türleri için öşür gerekmez. Armut, elma, şeftali, kayısı, domates, biber, pırasa ve kereviz gibi. Çünkü bunlar dayanıksız ürünlerdir.
Toprak ürünlerinin zekâtı toprağın sulama tekniğine göre belirlenir. Toprak bir emek harcanmaksızın yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanalları ile sulanıyorsa zekât olarak çıkacak ürünün onda biri; kova, dolap, motor veya ücretle alınan su ile sulanıyorsa yirmide bir olarak verilir.
Eğer toprak hem yağmur veya nehir sularıyla hem de dolap, motor vb. emekle elde edilen su ile sulanmışsa, yıl boyunca daha çok olan sulama esas alınarak öşür miktarı belirlenir. Burada emek ve masrafla üretilen tarım ürünlerinin zekât miktarı yarıya düşürülerek, yükümlüler arasında bir denge kurulduğu görülür.
Tohumlar, işçilik, sulama, ilaçlama vb. masraflar üründen düşülmez. Çünkü özellikle sulamaya dayalı tarım ürünlerinde öşrün yarısı (yirmide bir) alınacağı için miktardaki bu indirim, masrafların bir bölümünü veya tamamını karşılayabilir. Meselâ; sulama yapılmayan yerden elde edilen on ton buğdayın öşrü bir ton iken, sulama yapılan yerde bu miktar yarım tona inecektir. Sulamanın ürünü arttırdığı ve üstelik yarım ton da eksik öşür verildiği düşünülürse çiftçilerin sulamalı tarıma teşvik edildikleri görülür.
Günümüzde, sulamanın yanında gübreleme, ilaçlama, mazot ve işçilik harcamalarının önemli ölçüde arttığı göz önünde tutularak, bu gibi topraklardan elde edilen ürünün, emek ve masrafla sulanan toprakların ürününe kıyas edilmesini uygun görenler olduğu gibi, sulama dışında kalan bu girdilerin zekât matrahından düşüldükten sonra, geri kalandan sulama usûlüne göre zekât verilmesi gerektiğini öne süren çağdaş âlimler de vardır. 53
İmam Şâfiî ve Mâlik’e göre, bir yıl kadar dayanıklı olan gıda maddeleri zekâta tâbi olur. İmam Şâfiî, meyve türünden sadece hurma ve üzüme öşür gerektiği görüşündedir. Ahmed İbn Hanbel ise, gıda maddesi ayırımı yapılmaksızın, insan eliyle yetiştirilen, dayanıklı olup ölçüyle alım satımı yapılabilen her türlü tarım ürününe öşür gerektiğini söyler.
Zeytin, susam, ay çiçeği tanelerinden öşür alındığı takdirde, daha sonra yağlarından yeniden öşür alınmaz. Ancak bunları üreticiden ticaret amacı ile satın alan kimse yeniden “ticaret malı” zekâtına tabi olur.
Toprak ürünlerinin öşrü, taneli bitkilerde harman vaktinde, meyvelerde ise toplandıktan sonra verilir. Bunların sahipleri vefat etse bile, mirasçılarının öşrünü vermesi gerekir. Böyle bir arazinin vakfedilmesi de öşrünü düşürmez.
Daha öşrü verilmemiş olan taneli bitkilerden veya ağaç üzerindeki meyvelerden yenilirse, öşrünü ödemek niyetiyle yemeli ve bunu tazmin etmelidir. Meselâ, Ebû Hanîfe’ye göre on kg. üzüm toplanmışsa, bir kg.’nı zekât olarak tazmin etmek gerekir.
Öşür arazisi ürününün öşrü veya mirî arazinin kira bedeli vaktinde veril- meyip de daha sonra zayi olsa veya sahibi vefat etse bunu ödemek gerekir.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre beş vesk (653 kg) olan nisabı tamamlamada tarım ürünlerinin farklı türleri birbirine eklenemez. Her türün ayrı ayrı nisabı doldurması gerekir.
Sahibi olmayan, vakfedilmiş öşür arazisi ürünlerinden de öşür verilir. Çünkü öşür, çıkan üründen gerekir, toprağın kendinden değil.
Arazi sahibi, toprağını bir karşılık beklemeden ekilmek üzere birisine verse, çıkan ürünün öşrünü bu kimse verir.
Arazi ekilmek üzere belli bir ücretle kiraya verilmişse, çıkacak ürünün öşrü, Ebû Hanîfe’ye göre arazi sahibine aittir. Zekât, toprağa bağlı bir vergi olup, çıkan ürün anlam bakımından kiraya veren kimseye ait sayılır. Çünkü bunun bedeli olan kira bedeli kendisine verilmektedir.
Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, kiraya verilen arazilerde öşür kiracıdan alınır. Çünkü öşür, çıkan üründen verilir, çıkan ürün ise kiracıya aittir. Emanet olarak ekilip biçilen arazide olduğu gibi öşrünü vermek ona ait olur. Hanefîlerde önceleri Ebû Hanîfe’nin görüşü ile fetva verilmişken, sonraki Hanefî fakihleri Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in görüşü ile fetva vermişlerdir. 54
Arazi, çıkacak ürünü toprak sahibiyle paylaşma (müzâraa) yöntemiyle kiralanmış ise, elde edilecek ürünün öşrü, Ebû Hanife’ye göre yine toprak sahibinden alınırken, çoğunluk fakihlere göre, ürünü paylaşma oranları göz önünde bulundurularak toprak sahibi ve işletmeciden alınır.
Zekâta tâbi toprak ürünleri olgunlaştıktan sonra, henüz hasat edilmeden kökünde satılırsa, öşrü arazi sahibine, olgunlaşmadan önce satılırsa, satın alana ait bulunur.
Öşür toprağından beslenen arıların balından onda bir zekât gerekir. Harac arazisinden, mübah mer’a veya ormanlardan beslenen arıların balları ise öşre tabi olmaz. Delil şu hadistir: “Ebû Seyyâre (r.a), kendisinin arı kovanları olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber bunların öşrünü vermesini, bildirmiştir.” 55 Diğer yandan Allah Elçisi, Yemen halkına şöyle yazmıştır: “Bal üreticilerinden öşür alınsın.” 56
Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, baldan zekât gerekmez. Dayandıkları delil, Tirmizi’nin; balın zekâtı konusunda önemli bir rivayetin bulunmadığını söylemesi ile balın süte kıyas edilmesidir. 57
İSLÂM’DA ARAZİ STATÜLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
İslâm’ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için çeşitli uygulamalar görülmüş ve bunlar hukûkî statülerine göre isimler almıştır. Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır. Yine mîrî arazinin kullanım şekillerinden olan tımar, has, zeamet Osmanlı İmparatorluğu uygulamalarındandır.
1) Fethedilme Şekline Göre Arazi Çeşitleri:
Kendileriyle savaş yapılan düşman İslâm’ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olurlar. Savaşsız, kendiliğinden müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir topluluk İslâm’a girdikleri zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar.” “Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun mâlikidir.” 58 Bu hadis menkul ve gayr-i menkul tüm malları kapsamına alır.
Ebû Yûsuf bu tür toprakların, İslâm’a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı görüşündedir. 59
Düşman İslâm’a girmemekle birlikte toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına göre toprak statüsü belirlenir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İleride siz bazı topluluklarla savaşa* caksınız. Savaştığınız bu kimseler bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapa* caklardır. Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında bir şey istemeyiniz, almayınız. Çünkü bu sizin için helâl olmaz.” 60
Bu şekilde gayri müslim sahiplerinin elinde kalacak olan araziler “harac arazisi” adını alır. Hz. Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerlerin halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir. Hz. Ömer devrinde, Necran’ın Hıristiyan halkı, Irak ve Suriye’ye nakledilirken, bunların her birine Necran’da sahip oldukları arazi ve mesken- lerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir. 61
Düşman toprakları zorla fethedilmişse, İslâm devleti bu topraklarla ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:
1-) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk İslâm’a girince bunlar öşür arazisi olur. Hz. Peygamber’in Mekke arazileri için uygulaması bu şekilde olmuştur.
2-) Bu araziler ganimet sayılarak beşte biri Beytümal’e ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü savaşa katılan gazilere dağıtılır. 62 Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur. Nitekim Rasûlullah (s.a.s) zorla fethedilen Hayber topraklarına böyle bir statü vermiştir. Ancak bu topraklar bir süre “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde eski sahiplerinin ellerinde bırakılmıştır. 63
3-) Fey’ arazisi uygulaması. İslâm devleti zorla fethedilen ülke topraklarını gazilere dağıtmayıp, eski gayri müslim sahiplerinin ellerinde fey’ statüsü ile bırakabilir. Fey’; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise harac vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir. Bu, bir bakıma geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir.
Hz. Ömer’in halifeliği zamanında fethedilen Suriye ve Irak topraklarına fey’ hükümleri uygulanmıştır. Irak toprakları fethedilince gaziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı. Hz. Ömer dağıtmak istemeyince uzun istişare ve müzakereler yapıldı. Hz. Zübeyr, Abdurrahman İbn Avf ve Bilal-i Habeşî ile aynı düşüncede olanlar, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Rasûlullah (s.a.s)’ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gazilere dağıtılmasını istediler. Muaz İbn Cebel ve Hz. Ali gibi bazı sahabîler ise bu konuda Hz. Ömer’i desteklediler.
Hz. Ömer şöyle diyordu: “Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Onlar toprakların ahalisiyle birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını göreceklerdir.”
Muaz İbn Cebel (r.a) aynı görüş yönünde şöyle der: “Ya Ömer! Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprağın büyük bir kısmı müslümanların eline geçer. Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da yararlanmasını sağlayacak bir statü ver.”
Hz. Ömer bu müzakerelerde Kur’an-ı Kerim’den fey’ ile ilgili şu ayetleri delil getirmiştir: “Allah’ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden Peygamberine verdiği fey’; Allah’a, Peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zengin*ler arasında dolaşan bir servet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da sakının.”
“Özellikle o fey’, hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah’tan lütuf ve rıza ararlar.” 64
Yukarıdaki ayetler, ganimet taksimini genel olarak düzenleyen el-Enfal suresinin kırk birinci âyetini tahsis etmiştir. Bu duruma göre Haşr sûresindeki fey’ âyetleri savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde İslâm devletinin başkanına maslahata uygun olarak tasarrufta bulunma yetkisi vermiştir. Hz. Peygamber, Hayber toprakları için Enfal sûresindeki âyetle, Hz. Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey’ âyetleriyle amel etmiştir. Buna göre, fey’ âyeti yalnız savaşa katılan gazileri değil, bütün mü’minleri içine alır. Bu, gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonra gelenler önce gelenlere ortak olurlar. Bu ise, ancak arazileri taksim etmemekle gerçekleşir. Böyle bir statü toplu bir vakıf ve toplu bir kamulaştırma niteliğindedir. Ancak bu topraklar mirasla geçebilir, gerçek vakıf ise mirasla geçmez. 65
2) Öşre Tâbi Olup Olmama Bakımından Arazi Çeşitleri:
Öşür arazisi: Bunlar fethedilip kendi istekleriyle müslüman olan halkına veya zorla fethedilip, savaşa katılanlara mülkiyet üzere verilmiş olan topraklardır. Arap yarımadasındaki araziler bu niteliktedir. Bu toprakların ürününden onda bir veya yirmide bir nispetinde “öşür” verilir.
Harac arazisi: Bunlar sulh yoluyla veya zorla fethedilip eski gayri müslim sahiplerine veya başka gayri müslimlere mülk olarak verilen topraklardır. Irak köyleri ve çevresi bu niteliktedir. Bu çeşit araziden ya çıkan ürüne göre veya önceden belirlenen miktarda “harac” adı ile vergi alınır. Bu vergi, zekât niteliğinde değildir.
Sırf mülk arazi: Bu, önceleri mîrî araziden olup Beytülmal’e ait iken, daha sonra bir bedel karşılığında bazı kimselere satılmış olan topraklardır. Bunların ürünü de, sahipleri müslüman bulununca zekât konusunda öşür arazisi gibidir.
Ancak mülk evlerin çevresindeki mülk bahçeler, bu evlere bağlı bulunduğu için, buradan elde edilecek ürünlerden ve meyvelerden öşür gerekmez.
Mîrî arazi: Bunlar, daha önce müslümanlar tarafından fethedilip de, kimseye mülk olarak taksim edilmeksizin İslâm toplumu için alıkonulmuş olan topraklardır. Bunların kuru mülkiyeti devlete ait olup, yararlanma hakkı köylülere tapu ile tefviz edilegelmiştir. Bunları tasarruf edenler kiracı statüsündedir. Devlete verecekleri belirli hisseler veya vergiler de “kira bedeli” niteliğindedir.
Bu çeşit arazilerin ürününden öşür veya başka adla zekât lâzım gelmez. Çünkü öşür ile harac veya öşür ile bu hükümde bulunan kira bedeli bir müslümanın toprağında birleşmez. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye’de topraklar başlıca bu statüde idi.
Hanefîlere göre harac vergisine tabi olan bir toprak, müslümanın eline geçse yine harac vergisi devam eder, çıkan üründen ayrıca öşür vermek gerekmez. Çünkü bir toprakta hem harac hem öşür birleşmez. 66 Delil şu hadistir: İbn Mes’ûd (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyur- muştur: “Bir müslümanın toprağında öşür ile harac toplanmaz.” 67 Diğer yandan ne adaletli ve ne de zalim yöneticilerden hiç biri harac arazisi sayılan Irak topraklarından öşür almamışlardır. Bu yüzden harac ile birlikte öşür vermenin farz olduğunu söylemek icmaa aykırı düşer. Harac ve öşrün dayandığı sebep, toprağın gelir getirici olmasıdır. Bu ikisini aynı topraktan almak, bir maldan iki defa zekât almaya benzer.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, müslümanın elinde bulunan harac topraklarından çıkan ürünlerden öşür; toprağından ise harac olmak üzere ikisi bir arada uygulanabilir.
Çoğunluğun dayandığı deliller şunlardır:
1-) Toprağın ürününden zekâtın farz olduğunu bildiren ayet ve hadislerin anlamı genel olup, öşür veya harac toprağına göre ayırım yapılmamıştır.
2-) Öşür ile harac farklı nitelikte iki haktır. Mesela, öşürde ibadet, haracta ceza anlamı vardır. Öşür çıkan üründen alınır, harac ise zimmet borcudur. Ürün çıksa da çıkmasa da topraktan harac alınır. Öşrün sebebi ürünün çıkması, haracın sebebi ise toprağın tarıma elverişli olmasıdır. Öşür yoksullara, harac vergisi ise genel hizmetlere ve mücahitlere sarfedilir. Öşür ayet ve hadis delillerine dayanır. Haracın delili ise kamu yararı gözetilerek yapılan ictihattır.
3-) Öşür ile harac bu şekilde birbirinden farklı olunca bunların bir kişide toplanmasında da bir sakınca bulunmaz. Nitekim harem sınırları içinde avlanan hacı, hem avladığı hayvanın değerini verir, hem de cezaî müeyyide uygulanır. 68
3) Türkiye Topraklarında Öşür:
Gerek fakihlerin çoğunluğunun görüşünü, gerekse devirler içinde arazi statülerinde meydana gelen değişiklikleri dikkate alarak Türkiye topraklarının bugünkü durumunu şu şekilde değerlendirmek mümkündür:
Anadolu ve Rumeli’de önceleri geniş yer tutan mirî arazilerin bir bölümü daha sonra bedel karşılığında satılıp tapu ile devredilmiş ve sahipsiz toprakların ihyası sonucu da geniş alanlar zilyedlikle şahısların mülkü haline gelmiştir. Böylece alma, satma, ekip biçme, kiraya verme veya mirasla intikal konularında zilyedine tam tasarruf yetkisi veren mülk arazi türü ortaya çıkmıştır. Bu çeşit araziler “sırf mülk arazi” çeşidine girer ve öşür arazisinde olduğu gibi çıkacak ürünün öşre tabi olması gerekir. Eğer öşür devlet eliyle alınmıyorsa, hayvanlar- da olduğu gibi sahiplerinin bunu uygun yerlere kendilerinin vermesi gereklidir. 69
HAYVANLARIN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
Kur’an’da doğrudan hayvanların zekâtından söz eden bir âyet bulunmaz. Ancak “Onların mallarından sadaka (zekât) al…” 70 âyetinin genel anlamının hayvanları da kapsadığı düşünülebilir. Çünkü hayvanlar, özellikle göçe- be toplumlarda önemli bir geçim ve zenginlik aracıdır. Nitekim çölde yaşayan Araplar arasında “mal” kelimesi hayvan anlamında kullanılmıştır.
Hz. Peygamber’in hadislerinde öbür zekât malları gibi hayvanlar da ayrıntılı bir şekilde yer almıştır. Nitekim Allah’ın Elçisi zekâta tâbi olan mallarla onların nisap ve nispetlerini belirten uzun bir vergi tarifesi hazırlatmış, fakat bunu gereken yerlere gönderemeden vefat etmiştir. Bu zekât tarifesi Hz. Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde uygulamaya konulmuştur. 71
Bu tarifeye ve ilgili diğer hadis ve uygulamalara göre, hayvanların zekâtında aşağıdaki esaslara göre zekât vermek gerekli olur. 72
Peygamber, sahâbe ve tâbiîler döneminde yalnız deve, sığır ve koyun zekâta tâbi tutulmuştur. Manda sığır türünden, keçi ise koyun türünden sayılır. Buna göre sayı beş olur. Bunlar aynı zamanda evcil hayvanlardır. Bu yüzden evcil olmayan hayvana zekât gerekmez.
Devenin nisabı beş, koyunun nisabı kırk ve sığırın nisabı ise otuzdur. Bu nisaba ulaşmayan hayvanlara zekât gerekmez.
Hayvanların üzerinden sahibinin mülkiyetinde olarak bir yıl geçmelidir. Eğer hayvan bir kimsenin mülkiyetinde bir yıl kalmazsa ondan zekât vermek gerekmez. Rasûlullah (s.a.s), “üzerinden bir yıl geçmedikçe, bir maldan zekât vermek gerekmez” 73 buyurmuştur. Çünkü yıl tamamlanmadan genel olarak malın büyümesi ve yavrulaması tamam olmaz.
Buna göre, yıl içinde hayvanın satış, bağış vb. yollarla elden çıkması halinde, yeniden başka hayvan satın alınır veya hayvan mübadelesi yapılırsa nisabı tamamlamada sonradan alınan hayvanların üzerinden bir yıl geçmesi konusunda satın alındıkları tarihe itibar edilir.
Hayvan, yılın büyük bir kısmında sâime, yani kırlarda mer’a ve otlaklarda beslenmiş olmalı, ağılda yemle beslenen (me’lûfe) hayvanlardan olmamalıdır. Bu hayvanlar mücerret sütleri alınmak veya üremeleri sağlanmak veya besicilik için kırda otlamış olmalıdır. Bu yüzden altı aydan az süreyle kırlarda beslenen veya mücerret binilmek veya yük taşıtılmak yahut kesilip etleri alınmak üzere meralarda az çok otlatılan hayvanlar da zekâta tabi değildir. Ticaret için olan hayvanların hükmü diğer ticaret malları gibi olur. Ticaret malı olmayan hayvanlardan zekâtın farz olması için yılın yarıdan fazlasında herkese açık meralarda beslenmesi gerektiği, çeşitli hadis-i şeriflerle sabittir. 74
Hayvanın tarım ve nakliye işlerinde kullanılan (âmile) hayvanlardan olmaması gerekir.
İmam Mâlik’e göre, hayvanların sâime olmasına veya tarım ya da nakliye işinde kullanılıp kullanılmamasına bakılmaksızın belirtilen türler nisaba ulaşınca, bunlara zekât gerekli olur.
Zekâta tâbi olan hayvanlar ve nisap miktarları şöyledir.
Koyun ve Keçilerin Zekâtı:
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sâime olan koyunların sayısı kırkaulaştığı zaman yüz yirmiye kadar bir koyun verilir. Yüz yirmiyi aşınca, iki yüze kadar iki koyun, iki yüzü aşınca üç yüze kadar üç koyun, üç yüzü aşınca her yüz tane için bir koyun verilir.” 75 Yılın yarıdan fazlasını mübah otlaklarda beslenerek geçiren hayvana “sâime” denir.
Buna göre, sâime olan koyun ve keçi sürüsünün kırktan azına zekât gerekmez. Koyun ve keçi sayısı kırk olur ve bunların üzerinden bir yıl geçerse zekât gerekli olur. 40’tan 120’ye kadar bir koyun, 121’den 200’e kadar iki koyun, 201’den 399’a kadar üç koyun zekât verilir. 400 koyun için de dört koyun zekât gerekir. Bundan sonra her yüz için bir koyun daha verilir. Zekât miktarının arttığı dilimlerin alt ve üst sınırı arasındaki sayı bağışlanmış olup, zekâta tabi değildir. Meselâ; zekata tabi ve üzerinden bir yıl geçmiş yalnız kırk koyunu olanla, yüz yirmi koyunu olan iki mükellef de birer koyun zekât verir.
Keçi de koyun gibidir. Çünkü hadislerdeki “ganem” ifadesi erkek ve dişi koyun ile keçiyi içine almaktadır. Bu yüzden koyunla keçi bir cins sayılır ve nisabı tamamlamada birbirine eklenir. Meselâ; otuz koyun ile on keçisi olanın bir koyun zekât vermesi gerekir. Bunların erkekleri ile dişileri eşittir. Zekât için verilecek hayvan erkek de dişi de olabilir.
Koyunlar ile keçilerden hangisi daha fazla ise zekâtın ondan verilmesi sünnete daha uygundur. Sayıları eşit olursa dilediğinden verebilir. Ancak tamamı koyun veya tamamı keçi olursa, zekâtını kendi cinsinden vermek gerekir. 76
Salim babasından rivayetle Hz. Peygamber’in zekât mektubunda şöyle yazdığını nakletmiştir: “Kırk koyundan yüz yirmiye kadar bir koyun, bundan fazlasına iki yüze kadar iki koyun, bundan fazlasına üç yüze kadar üç koyun, üç yüzden fazlasına her yüz sayısı için bir koyun zekât verilir. Sonra sayı dört yüze ulaşıncaya kadar bir şey vermek gerekmez. Zekâttan kaçırılmak için ayrı koyunlar birleştirilmez, toplu halde bulunan koyunlar da ayrılmazlar. Koyunları karışık halde bulunan ortaklar eşit şekilde ödeşirler. Çok yaşlı veya kusurlu hayvan zekât olarak alınmaz.” 77
Bu hadiste yasaklanan birleştirme ve ayırma şöyle olur. Ortak olan üç kişinin nisap miktarına ulaşan kırkar koyunu olsa, bunlar ayrı kabul edilirse üç koyun, birleştirilirse yüz yirmi koyuna bir koyun zekât gerekir. Burada her ortağın hissesi ayrı kabul edilerek zekâta tabi olur. Yine iki ortaktan her birinin yüz bir koyunu olsa ayrı kabul edilirse iki koyun, birleştirilirse sayı iki yüz ikiye ulaşacağı için üç koyun zekât gerekir. Burada yoksulun lehine olan tercih edilerek, hisseler toplu olarak zekâta tabi tutulur.
Sığır ve Mandaların Zekâtı:
Sığırların zekâtının farz oluşu sünnet ve icma delillerine dayanır. Muaz İbn Cebel (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s) beni Yemen’e gönderdi ve her otuz sığırdan iki yaşında dişi veya erkek bir sığır, kırk sığırdan üç yaşında dişi bir sığır (müsinne) veya buna denk maâfir kumaşı zekât almamı emretti.” 78
Ebû Zerr (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Deve, sığır veya koyun sahibi bir kimse eğer bunların zekâtını ödemezse, kıyamet gününde bunlar olduklarından daha büyük ve iri olarak gelecekler, o mal sahibine boynuzları ile toslayacaklar ve çiğneyeceklerdir. Sonuncusu işini bitirince birincisi yeniden toslamaya ve çiğnemeye başlaya*cak, insanlar arasında hüküm verilinceye kadar bu durum sürecektir.” 79
Sâime olan sığır cinsi hayvanların nisabı otuzdur. Bundan azına zekât gerekmez. Otuz sığırdan kırk sığıra kadar zekât olarak iki yaşına girmiş erkek veya dişi bir buzağı verilir. Kırk sığırdan altmış sığıra kadar üç yaşına girmiş erkek veya dişi bir dana verilir. Altmış sığırdan ise birer yaşını bitirmiş iki buzağı verilir. Sonra her otuzda bir buzağı ve her kırkta bir dana hesabı üzere zekât verilir.
Meselâ; yetmiş sığır için bir buzağı ile bir dana zekât verileceği gibi; seksen sığır için iki dana; doksan sığır için üç buzağı; yüz sığır için bir dana ile iki buzağı ve yüz on sığır için de dört buzağı veya üç dana vermek konusunda sahibi muhayyerdir. Çünkü bunda dört otuz, üç adet de kırk vardır. Bundan sonraki sayılar için de bu şekilde zekât hesabı yapılır.
Zekât konusunda sığır ile manda aynı tür kabul edilir. Bunlar karışık olduğu takdirde birbirine eklenir. Meselâ; yirmi sığır ile on manda bulunsa, bunlar için iki yaşına girmiş bir buzağı verilir. İki türden hangisi fazla ise zekât ondan verilir. Sayıları eşit olduğu takdirde, pahalı olanların ucuzundan, ucuz olanların pahalısından verilir. Meselâ; sığır ve manda eşit miktarda karışık ve manda kıymetli ise mandanın ucuzundan, sığırın iyisinden verilir.
Hayvanlar erkek dişi karışık olduğu zaman, erkek olandan zekât verilmez. Çünkü hayvanın dişisi daha üstündür. Süt verir ve neslin çoğalması onunla olur. Ancak sığır bu hükmün dışındadır. Çünkü daha önce geçen Muaz (r.a) hadisinde bununla ilgili nass bulunmaktadır. Eğer nisabı teşkil eden hayvanların hepsi erkek olursa deve, sığır veya koyun gibi bütün türlerin zekâtı için erkek hayvan vermek yeterlidir. Çünkü malında bulunmayandan zekât vermek kişiye teklif edilemez.
Develerin Zekâtı:
Salim (r.a)’in babasından rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber’in zekât mektubunda develerin zekâtı açıklanmıştır. 80 Diğer yandan Allah’ın Elçisi, beş deveden azında zekât olmadığını bildirmiştir. 81
Sâime develerden birer yaşlarını bitirmiş beş deve için bir koyun verilir. Fazlası dokuz deveye kadar muaftır. On deveden yirmi deveye kadar her beş devede bir koyun verilir. Yirmiden yirmi dörde kadar zekâttan muaftır. Yirmi beşten otuz beş deveye kadar iki yaşına girmiş bir dişi deve yavrusu verilir. Otuzaltı deveden kırkbeşe kadarda üç yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Kırk altı deveden altmışa kadarda dört yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Altmışbir deveden yetmiş beş deveye kadarda beş yaşında bir dişi deve verilir. Yetmiş altı deveden doksana kadar üçer yaşına girmiş iki dişi deve vermek gerekir. Doksan birden yüz yirmiye kadarda dört yaşına girmiş iki dişi deve verilir. Yüz yirmi deveden yüz kırk beşe kadarda böyle dört yaşında iki deve ile birlikte her beş devede bir koyun verilir. Yüz kırk beş deveden itibaren 224’e kadar beş’er, ondan sonra on’ar basamak olarak devam eder. 82
Zekât konusunda develerin erkekleriyle dişilerinin, karışık olup olmamaları sonucu değiştirmez. Ancak zekât verilecek develerin orta halde dişi olması gerekir. Erkek deve verildiği takdirde kıymet olarak verilir.
Yıl başında nisap miktarında olan sâime hayvanlara, yıl içinde miras, bağış veya satın alma gibi yollarla aynı türden sâime hayvanlar ilâve olsa, yıl sonunda hepsinin zekâtı birden lâzım gelir.
İmam Şâfiî’ye göre ise bu sonradan katılanların üzerinden bir yıl geçme süresi, mülk edinme tarihinden itibaren hesap edilir.
Sâime hayvanlar arasında bulunan kör, zayıf hayvanlar da nisaba dahil olur. Fakat bunlar zekât olarak verilmez. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, sâime olup henüz yaşını doldurmamış olan kuzulardan, sığır, manda ve deve yavrularından dolayı, sayıları nisap miktarına ulaşsa bile zekât gerekmez. Fakat aralarında kendi türlerinden büyük hayvanlar bulunursa onlarla birlikte zekâta tabi olurlar.
Meselâ; yıl boyunca elli koyun ile sekiz aylık yetmiş beş tane kuzu bulunsa, yıl sonunda iki koyun zekât verilir. Yine yirmi dokuz sığır yavrusu ile bir tane de sığır bulunsa bir yaşını bitirmiş bir buzağı vermek gerekir. Dört deve yavrusu ile bir tane de iki veya üç yaşına girmiş deve bulunsa bir koyun zekât verilir.
Ebû Yûsuf’a göre, henüz yaşını doldurmamış olan hayvanların sayısı nisap miktarına ulaşınca zekât gerekir. Meselâ; kırk kuzu için bir kuzu zekât verilir. İmam Şâfiî de aynı görüştedir.
Zekâta tabi hayvanların bir bölümü helak olsa, Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre, zekâttan muaf tutulan basamaklarda bu sebeple meydana gelecek azalma zekâtı etkilemez. İmam Muhammed ve İmam Züfer’e göre ise zekât helak oranında azaltılır.
Mesela; altmış koyunu olan kimsenin on veya yirmi koyunu yıl içinde bir afet sonucu helak olsa, ilk görüş sahiplerine göre geride yine kırk koyun kaldığı için bir koyun zekât verilir. İmam Muhamed ve Züfer’e göre ise on koyun helak olmuşsa altıda bir, yirmi tane helak olmuşsa altıda iki oranında zekât miktarı azalmış olur. Zekât hayvan yerine kıymet olarak verilebildiği için, bu düşüş değeri üzerinden yapılır.
Hanefî ve Hanbelîlere göre zekâta tabi bir malın yıl sonu geçtikten sonra zekâtı verilmeden satılması, ancak zekât miktarı kadarını tazmin etmek şartıyla caizdir.
Şâfiîlere göre, zekât farz olduktan sonra bir malın satılması halinde, satım akdi, zekât tutarı kadar olan kısımda batıl olur. Çünkü farz olan miktar yoksullara ait olup, onların izni olmaksızın satılamaz. Zira o kısımda onlar da ortaktırlar.
Atların Zekâtı:
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizi at ve kölenin zekâtından muaf tuttum.”, “Müslümana kölesi ve atından dolayı zekât yoktur.” 83 Ancak Allah Elçisi’nin “üreme amacıyla bulundurulan sâime atları” bundan istisna ettiğini bildiren hadisler de nakledilmiştir.
Hz. Ömer uygulamada Allah Rasûlü ve Ebû Bekir döneminde atlardan zekât alınmadığı gerekçesiyle, Şam’dan bu konuyu sormak için gelenlere, zekât gerekmediği yönünde cevap vermiştir. 84 Ancak daha sonra Şamlıların, atlarının zekâtını alması için Ebû Ubeyde İbnü’l-Cerrah’a başvurması ve Ebû Ubeyde’nin yazılı cevap istemesi üzerine, Hz. Ömer “atların zekâtını vermek istiyorlarsa, bu zekâtı almasını ve oranın yoksullarına dağıtmasını” yazılı olarak bildirmiştir. 85
Fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber’in atları zekâttan muaf tuttuğunu bildiren hadislere ve uygulamaya dayanarak, at çeşidine zekât gerekmediği görüşündedir.
Hz. Peygamber ve dört halife döneminde atlar genel olarak yolculuk, savaş ve nakliye işinde kullanıldığı için, diğer deve ve sığır cinsinin tarım ve nakliye işinde kullanılınca (âmile) zekâttan muaf tutuldukları gibi, atların da muaf tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu atlar üremesi için yılın yarıdan çoğunu mer’alarda otlayarak geçirirse sâime olurlar. Nitekim Ebû Hanîfe ve Züfer’e göre; “nesli elde edilip ileride satılmak üzere, erkeği ve dişisi karışık bir halde yaşayan ve yılın çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren sâime atlar için ya her at için 1 dinar (yaklaşık 4 gr. altın para) veya atın değeri üzerinden % 2.5 zekât vermek gerekir. Ebû Hanife’nin bu durumda atları, sâime niteliği yanında, ticaret malı sayarak zekâta tabi tuttuğu anlaşılmaktadır. Buradaki görüş ayrılığı at sahibine üretici zekâtı gerekip gerekmediği konusu ile ilgilidir. Atlar ticaret amacıyla yetiştirilir veya satın alınırsa, bunların zekât dönemi sonunda, değerleri üzerinden zekât matrahına eklenmesi gerektiğinde şüphe yoktur.
Balıkların ve Hayvan Çiftliklerinin Zekâtı:
Balık, eti yenen ve ticareti yapılan bir deniz ürünüdür. Çünkü bir marketin et reyonundaki sığır veya koyun eti ile balık etleri ticaret malı sayılmada eşit durumdadır. İnsan eliyle inşa edilen balık çiftliklerinde de durum, et reyonundan farksızdır. Sadece burada balıklar canlılığını ve tazeliğini sürdürsün diye suyun içinde tutulmakta ve beslenmekte, istenildiği zaman elde etme riski olmaksızın ağ sepetleri ile tutulabilmektedir.
Ömer İbn Abdilazîz’in, Umman zekât memuruna, denizden çıkarılacak balıkların değeri gümüş nisabına ulaşınca, onlardan zekât tahsil etmesini emrettiği nakledilir. 86 Buna göre ticaret amacıyla balık tutan veya balık ticareti yapan kimse, zengin durumda olunca, balıkların değeri üzerinden %2.5 zekâta tâbi olur.
Tavuk çiftliklerini ise iki duruma göre değerlendirmek gerekir. Sırf yumurtalık tavuk yetiştiren çiftlikte, zekât dönemi sonunda, döner sermaye kapsamına; temel ihtiyaçlar ve borçlar düşüldükten sonra nakit para kaynakları, kesin alacaklar ve o tarihte elde bulunan yumurta stokları ile kesim ya da satışına karar verilmiş olan piliç ve tavuklar girer. Bunlar ticaret malı olarak değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olurlar. Çiftliğin taşınmazları, kümes, sosyal tesis, servis aracı gibi sâbit sermâye kısmı zekâttan muaftır. Etlik piliç veya yavru yetiştirip satan çiftliklerin sahibi ise, zekât dönemi sonunda bunların değerinin % 2.5’u üzerinden zekâta tabi olur. Deve kuşu, hindi gibi eti yenen hayvanların yetiştirildiği çiftliklerin durumu da tavuk çiftlikleri gibi olmalıdır.
Sığır cinsi hayvan yetiştirilen çiftliklerin zekâtını ise şu şekilde değerlendirmek gerekir: Bunlar yıl boyunca veya en az altı aydan fazla süreyle ağılda beslendiğinden, kendileri için üretici zekâtı gerekmez. Süt amacıyla besleniyorsa, zekât dönemi sonunda döner sermaye sayılan; temel ihtiyaçlar ve borçlar ayrıldıktan sonra elde kalan para, kesin alacak, süt ürünleri ve etlik için satımına karar verilen hayvanlar değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi bulu- nur. Böyle bir çiftlik tam olarak etlik hayvan yetiştirmek amacıyla kurulmuşsa, zekât dönemi sonunda elde bulunan para, kesin alacaklar ve elde bulunan hayvanların bütünü, değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur.
HAYVANLARIN ZEKÂTI İLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME
Zekâta tabi olan hayvan türlerinin elde bulunması aşağıdaki şekilde olabilir:
Ticaret malı olarak elde bulunan hayvanlar ticaret malının zekâtına tabi olur. Meselâ; bir celebin satın alıp, kâr etmek için elde tuttuğu hayvanlarla, ticaret amacıyla beslenip büyütülen kuzu ve buzağılar da ticaret malı sayılır. Bunlar nisaba ulaşınca, yıl sonunda diğer ticaret malları gibi kıymetleri üzerin- den kırkta bir zekâta tabi olur. Meselâ; ticaret amacıyla satın aldığı on koyunu, üç atı, beş sığır cinsi hayvanı olan kimse, yıl sonunda bunların kıymeti üzerinden kırkta bir zekât verir.
Sığır, manda ve deve cinsi gücünden yararlanmak için elde bulunursa, temel ihtiyaçlardan sayılır ve zekâttan muaf olur. Peygamber (s.a.s), “Çalıştırılan hayvandan zekât vermek yoktur.” 87 buyurmuştur.
Yılın çoğunu ahırda yemle beslenerek geçiren hayvana “me’lûfe” denir. Bu çeşit hayvanlarda, mübah otlaklarda beslenmemesi ve masraflı bir bakıma tabi olmaları sebebiyle kâr bakımından büyüme ve gelişme yok sayılır. Başka bir deyimle ortak mer’alarda beslenmemeleri yüzünden bunlara toplumun hakkı geçmez. Bu yüzden günümüzde yetiştirip satma gibi bir ticaret amacı olmaksızın sırf eti, sütü veya yavrusu için yılın yarıdan fazla bölümünde ahırda yemle beslenen hayvan türlerinin kendilerine zekât Ancak, bunların sütleri ve bundan elde edilen yağ ve peynirler, hayvanların kesimi sonucu satılan etleri, yine satış için elde tutulan yavruları diğer zekât mallarına eklenerek para veya ticaret malı olarak zekâta tabi olur. Buna göre bu çeşit cins ineklerin ve hayvan çiftliklerinin zekât dışı kaldığı söylenemez. İslâm’ın “me’lûfe” çeşidini zekâttan muaf tutması hayvancılığı teşvik içindir. Çünkü ağılda bakım hem güç, hem de masraflıdır.
Yılın yarıdan fazlasını mübah mer’alarda otlayarak beslenen hayvanlara “sâime” denir. Bunların da nisap miktarının altında kalan miktarları zekâttan muaf tutulmuştur. Meselâ; bir kimsenin otuz sekiz tane koyunu, yirmi sekiz sığırı ve dört devesi bulunsa türleri ayrı olan bu sâime hayvanlar yıl sonunda birbirine eklenemez, başka ticaret mallarıyla da birleştirilemez. Bu yüzden de bunlardan dolayı zekât gerekmez. Bu da hayvancılığı teşvik tedbiri olarak değerlendirilebilir.
Bunların dışında kalan at, katır, eşek, tavuk, hindi, tavşan, deve kuşu gibi evcil veya evcilleşmiş hayvanlar sadece ticaret amacıyla bakılırsa, ticaret malı gibi zekâta girer. Fakat gücü, yumurtası için beslenirse geliri üzerinden zekâta tabi olur. Kendisi satılınca da, satıldığı zaman bedeli yıl sonu itibariyle diğer mallarla birlikte zekâta girer.
ALTIN, GÜMÜŞ ve PARALARIN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
1) Altın ve Gümüşte Nisap:
Altının nisabı yirmi miskal, gümüşün nisabı ise iki yüz dirhemdir. Borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla olarak yirmi miskal altına veya iki yüz dirhem gümüşe yahut bunların karşılığı kadar para ya da ticaret malına sahip olan kimse, üzerinden bir yıl da geçmişse zekâtla yükümlü olur. Altın, gümüş ve parada zekât nisbeti kırkta bir, yani yüzde iki buçuktur. Buna göre, yirmi miskal altında yarım miskal, iki yüz dirhem gümüşte ise beş dirhem zekât gerekir. Miskalin sikkeli altın para şekline dinar denir.
Bir miskal, yirmi kırat olup yüz arpa ağırlığında, bir dirhem ise dört kırat olup yirmi arpa ağırlığındadır. Bir kırat = beş arpa = 0,2 gr. dır.
Zekâtta esas olan ölçü şer’î dirhemdir. Günümüz ölçü birimine göre, 1 şer’î dirhem=2,8 gramdır. 200 dirhem x 2,8 = 560 gram olur.
1 miskal = 20 kırat olup, 20 kırat x 0,2 = 4 grama denk olur. Buna göre, 20 miskal x 4 = 80 gram, altının nisabı olur. Bu ölçüye göre, ağırlık bakımından yedi miskal altın, on dirhem gümüşe denk olur. Altın ve gümüş arasındaki bu denklik, piyasada tedavülde bulunan ve standart olmayan, dinar ve dirhemleri bir esasa bağlamak amacıyla Hz. Ömer’in halifeliği sırasında belirlenmiştir. 1
Şer’î ölçüye göre altının nisabı 80 gram, gümüşün nisabı ise 560 gramdır. Ancak dirhem ağırlığı ülkelerin örfüne göre bazı değişiklikler gösterdiği için, İslâm bilginleri zekâtın, ülkelerin örfî dirhemleri üzerinden verilebileceğine hükmetmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında 20 miskal altın 96 grama; 200 dirhem gümüş de 640 grama denk kabul edilmiştir. Bu örfî ölçüye göre, altında zekâtın nisabı 96 gram, gümüşte ise 640 gram olur.
Altın ve gümüşün nisap miktarları hadis-i şeriflerle sabittir.
Hz. Ali (r.a)’nin naklettiği bir hadiste Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Altında yirmi dinara kadar bir şey yoktur. Senin yirmi dinarın bulunduğu ve üzerinden bir yıl geçtiği zaman, ondan yarım dinar zekât vermen gerekir” 2 Hz. Ömer’in rivayet ettiği başka bir hadiste, Allah Elçisi: “Yirmi miskalden az altında zekât yoktur” 3 buyurmuştur. Abdullah İbn Ömer ve Hz. Aişe’den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber her yirmi dinarda yarım dinar ve kırk dinarda da bir dinar zekât alıyordu.” 4
Gümüşün nisap miktarıyla ilgili olarak Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Beş ukiyye’den az gümüşte, beş zevd’den az devede ve beş vesk’ten az hububatta zekât yok*tur.” 5 Beş ukiyye’nin iki yüz dirheme denk olduğu Hz. Ali’nin rivayet ettiği şu hadisle sabittir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “At ile kölenin zekâtını affettim. Siz her kırk dirhemde bir dirhem zekât verin. 199 dirhemde zekât yoktur. Fakat gümüş 200 dirheme ulaştığında, bundan beş dirhem zekât ver*mek gerekir.” 6
İbn Ömer ve Hz. Ali şöyle demişlerdir: “Sahabeden gümüşün nisabının 200 dirhem olduğuna karşı çıkan olmamıştır.”7
Ebû Hanîfe’ye göre, altın ve gümüş, nisap miktarını aşarsa, yirmi miskalden fazla altın, dört miskale ve iki yüz dirhem gümüşten fazla olan miktar kırk dirheme ulaşmadıkça bu fazlalık için ayrıca zekât gerekmez. Ancak bu fazlalık ile birlikte başka bir ticaret malı bulunursa, bunlar birbirine eklenerek hesaplanır. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Gümüşün zekâtını kırk dirhemde bir dirhem olarak ödeyin.” 8 Fakat altın ile gümüşten nisabın üstündeki miktar kıymet olarak dört miskale veya kırk dirheme eşit olursa, bu fazlalıktan da zekât gerekir.
Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Hanefîler dışındaki çoğunluk fakihlere göre ise, iki yüz dirhemden fazla gümüşün veya yirmi miskali aşan altının zekâtı yüzde hesabı ile verilir. Bu fazlalık az da olsa yüzde iki buçuk zekât gerekir. Delil şu hadistir: “Her kırk dirhemde bir dirhem zekât verin. İki yüze tamamlanıncaya kadar size birşey vermek gerekmez. Miktar iki yüz dirhem olunca beş dirhem zekât vermek gerekir. Fazlası artık bu hesaba göre zekâta tabidir.” 9
Mesela; bir kimsenin iki yüz otuz dokuz dirhem gümüşü bulunsa, Ebû Hanîfe’ye göre, yalnız iki yüz dirhem için beş dirhem zekât verilir. Geri kalan otuz dokuz dirhem için zekât gerekmez. Bu küsurlar kırka ulaşmadıkça zekâttan muaftır. Diğer imamlara göre ise, nisap miktarını aşınca bütünü üzerinden kırkta bir zekât uygulanır. Yine bir kimsenin yalnız iki yüz yetmiş dirhem gümüşü bulunsa, Ebû Hanîfe’ye göre iki yüz kırk dirhem için altı dirhem zekât vermesi gerekir. Geri kalan otuz dirhem zekâttan muaftır. Diğer imamlara göre bunun için de zekât gerekir.
Altın cinsinde de nisaptan sonraki dörder dinarlık fazlalıklar için bu prensip uygulanır. 10
Altın ile gümüşün nisap miktarına ulaşıp ulaşmadığını belirlemek için kıymetlerine değil, ağırlıklarına bakılır. Bunda görüş birliği vardır.
Buna göre, altından yapılmış bir vazonun ağırlığı nisaptan az, mesela, on sekiz miskal olduğu halde kıymeti, kendisinde bulunan sanat değeri dolayısıyla yirmi beş miskal altına denk bulunsa ittifakla zekâta tabi olmaz. Ancak bununla birlikte zekâta tabi başka bir mal bulunup da toplamının nisaba ulaşması durumu müstesnadır.
Kendilerinde riba cereyan etmeyen, yani ölçü veya tartı ile alınıp satılmayan kıyemî mallardan zekât verilmesinde kıymetlerine bakılır, vezin veya sayılarına bakılmaz. Buna göre, orta büyüklükte iki koyun zekât yükümlülüğü bulunan kimse, bunların kıymetlerini para olarak verebileceği gibi, bu ikisinin kıymetine denk iyi bir koyun da vererek zekâtını ödeyebilir. Çünkü koyunlar kıyemî olup, bunlardan birinin yerine başkasını vermekte riba söz konusu olmaz.
Fakat riba cereyan eden mislî (standart) malların kendi cinsinden verilecek zekâtında miktarlara uyulması gerekir. Meselâ; zekât olarak verilmesi gereken beş kile adi buğday yerine dört kile kaliteli buğday verilemez. Yine iki miskal altın yerine, san’at değerinden dolayı buna denk olan bir miskal altın verilemez. Çünkü bu durumlarda faiz söz konusu olur. Bu görüş Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e aittir. İmam Züfer’e göre ise verilebilir. Çünkü kıymetleri eşittir. Faiz ise Allah ile kulu arasında bulunamaz.
2) Zînet Eşyasının Zekâtı:
Altın veya gümüşten yapılmış süs takımları, tablo, kap, kaşık, çatal ve benzerleri için nisap miktarına ulaşınca zekât gerekir. Çünkü altın ile gümüş büyüyen mallar olup, bunlar yaratılış olarak ticaret için hazırlanmıştır. Ayrıca bunların özünde satış bedeli olma (semen) niteliği vardır. Bu yüzden ister külçe, ister döküm, isterse insanlar için süs eşyası olarak elde bulunsun, sahibi bunların zekâtını vermekle yükümlü bulunur.
Zînet altınlara zekâtın gerekli oluşu şu hadise dayanır: Amr İbn Şuayb babası yolu ile dedesinden şunu nakletmiştir:
“Yemen’li bir kadın kızı ile birlikte Hz. Peygamber’in yanına geldi, kızının kolunda iki tane altın bilezik vardı. Hz. Peygamber ile bu kadın arasında şu konuşma geçti:
Allah’ın Elçisi sordu:
-Bunların zekâtını veriyor musun?
-Hayır.
-Kıyamet gününde Yüce Allah’ın bu iki bileziği senin koluna ateşten bilezik olarak takmasını ister misin?
Bunun üzerine kadın, bilezikleri kızının kolundan çıkarıp Allah Elçisi’nin önüne bıraktı ve şöyle dedi: “Bilezikler Allah ve Rasûlü’ne aittir.” 11
Hanefîlere göre altın ve gümüşten yapılan süs eşyaları zekâta tâbidir. Meselâ altın ve gümüşten yapılmış bilezik, kolye, gerdanlık, bileklik, küpe gibi kadın süs eşyası nisaba ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa, o günkü altın veya gümüş fiyatları ile değeri bulunur ve kırkta bir zekât verilir.
İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre ise mübah olan kadın süs eşyası zekâta tâbi değildir. Ancak Şâfiîlere göre, kadın süs eşyasında israfa kaçarsa, meselâ 200 miskal (yaklaşık 800 gr. altın) ağırlığında süs eşyası bulundurursa zekâtını vermesi gerekir. 12
Abdullah İbn Ömer’in kızlarına ve cariyelerine taktığı zînet eşyasından zekât vermediği rivayet edilmiştir. 13 Ancak ticaret veya ihtiyaç zamanı için elde tutulan zînet eşyasına ise zekât gerekir. Burada kıymet değil ağırlık esas alınır. 14
Kadınlara ait süs eşyasına zekâtın gerekip gerekmediği konusunda görüş ayrılığına düşen mezhep imamları, aşağıdaki iki konuda görüş birliği içindedir:
- Altın ve gümüş dışında yakut, inci, zümrüt, elmas gibi değerli madenlerden yapılmış bütün süs eşyaları zekâta tâbi değildir.
- Erkekler tarafından kullanılan veya dince kullanılması caiz görülmeyen altın-gümüş bütün süs eşyası zekâta tâbidir. 15
Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre, altın ve gümüşten yapılan zînet eşyasına veya ibrik, tablo, kaşık, çatal gibi ev eşyasına nisap miktarına ulaşınca kendi cinslerinden zekât verilecekse sanat değerlerine bakılmaksızın tartıları esas alınır. İmam Züfer’e göre kıymetlerine, İmam Muhammed’e göre ise yoksulun lehine olana itibar edilir.
Fakat bu zekât kendi cinslerinden olmayan bir mal ile ödenecekse bu takdirde tartılarına değil, kıymetlerine göre işlem yapılır.
3) Nisap Tamamlama:
Altın, gümüş, para ve ticaret malları nisap tamamlamada biri diğerine eklenir. Buna göre, bir kimsenin bir miktar altın ile gümüşü, bir miktar da ticaret malı bulunsa, bunların toplamının kıymeti bir nisap miktarına, mesela 80 gram altına denk olsa, kırkta bir nispetinde zekât gerekir.
Ebû Hanîfe’ye göre, nisapların birbirini tamamlaması kıymet, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise cüz bakımından olur. Buna göre, bir kimsenin meselâ; yüz dirhem gümüş ile yüz dirhem gümüş kıymetinde on miskal altını bulunsa, bunun için ittifakla beş dirhem miktarı zekât gerekir. Fakat yüz dirhem gümüşle, yüz dirhem gümüş kıymetinde beş miskal altını veya elli dirhem gümüş ile yüz elli dirhem gümüş kıymetinde on miskal altını bulunsa Ebû Hanîfe’ye göre beş dirhem miktarı zekât gerekirse de, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, cüz bakımından nisaplar tamamlanmadığı için zekât gerekmez. Diğer yandan yüz elli dirhem gümüş ile elli dirhem kıymetinde beş miskal altın bulunsa yine ittifakla beş dirhem zekât gerekir. Çünkü kıymetleri tam gümüş nisabına denktir. Ayrıca birinin nisabı dörtte üç, diğerinin nisabı da dörtte bir nispetinde bulunmakla, tamamı bir nisaba denk olmuş olur.
İmam Şâfiî’ye göre altın ile gümüş nisap tamamlamak için birbirine eklenemez. Çünkü cinsleri farklıdır. Belki her birinde ayrıca nisabın tam olması aranır.
4) Ayarı Düşük Altın ve Gümüşün Zekâtı:
Değeri düşük bir madenle karışık bulunan altın veya gümüşe “mağşûş” denir. Altının gümüşle veya gümüşün bakırla karıştırılması gibi.
Altın ve gümüş başka bir madenle karışık bulununca, altını çoksa altın, gümüşü çoksa gümüş hükmünde olur. Eğer karışık maden yarıdan fazla ise altın veya gümüş kısmı nisap miktarına ulaşırsa veya ulaşmadığı takdirde başka parası yahut ticaret malı bulunursa, ona göre zekâtı hesap edilerek verilir. Bunlar ticaret mallarından ise diğer maden kısmı da ayrıca dikkate alınır. Bunların altın veya gümüş kısmı nisap miktarına ulaşmazsa tamamı ticaret malı hükmünde olur.
Altın ile gümüş rayiç para niteliğinde olmamak üzere karışık bir halde bulunursa bakılır. Eğer altın kendi başına nisap miktarında ise veya ikisi bir nisap miktarında olup altın gümüşe tartı veya kıymetçe galip veya eşit ise hepsi altın sayılır, ona göre zekât gerekir. Fakat altın nisap miktarında olmayıp kendisine gümüş galip ise hepsi de gümüş sayılır.
Mesela; altın ve gümüş karışımı bir tabloda altın yirmi miskal, gümüş üç yüz dirhem olsa hepsi altın sayılır. Yine altın on miskal olduğu halde, üç yüz dirhem olan gümüş kısmından kıymetli bulunsa yine hepsi altın sayılır. Fakat altın yine on miskal olduğu halde gümüş kısmı üç yüz dirhem kadar olup kıymetçe on miskal altından yüksek bulunsa hepsi gümüş sayılır.
Tedâvülde bulunan mağşûş paraların altınları veya gümüşleri, karışık maddelerden fazla veya eşit durumda ise, altın veya gümüş gibi zekâta tabi olurlar. Eğer altın veya gümüşü yarıdan azsa, ticaret malları hükmünde olup yıl sonundaki kıymetlerine göre zekâtları verilir. Bunlarda ticaret niyeti aranmaz. Çünkü nakit para yerindedirler.
Altın ile gümüş karışımı rayiç para, akçe veya ticaret malı kabilinden olmayınca tartıları esas alınır, bunlar nisap miktarına ulaşırsa veya ulaşmadığı halde zekâta tabi başka bir mal ile birlikte bulunursa ona göre zekâtları hesaplanır.
5) Kâğıt Paraların Zekâtı:
Kâğıt paralarla madenî paralar, altın ve gümüş paralar yerine mal mübadelelerinde kullanılan paralardır. Bu paralar, tedavüldeki paralara karşılık merkez bankasında stok edilen veya stok edilmesi gereken külçe altınlar karşılığında çıkarılan banka havalesi niteliğindedir. Kâğıt paranın çıkışı ve yayılması 17. yüzyılda Avrupa’da altın karşılığı temsîlî para şeklinde olmuştur. Altın paranın basılması, taşınması ve korunmasındaki güçlüklere karşılık kâğıt para çok düşük maliyetle büyük miktarda satın alma gücü kazandıran kolay taşınıp, korunabilen bir para türüdür.
Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında da bir altın lira (7 gram) yüz kuruş itibar edilerek 19. yüzyıl ortalarında “kâime-i mu’tebere-i Osmaniyye” adıyla ilk kağıt para basılmıştır. 16
Kısaca bu kağıt paraların, altın ve gümüş gibi bunların yerine ve bunları temsil etmek üzere mal mübadelesinde satış bedeli olarak kullanılması örf haline gelmiştir. Ancak 20. yüzyıl ortalarından sonra kağıt paranın altına olan bağlılığı giderek azalmış, bazı ülkeler merkez bankalarındaki karşılık olan altınları gereksiz stok sayarak serbest bırakmış, böylece kağıt paranın satın alma gücünü devletin ekonomik gücünden aldığı esası kabul edilmiştir.
Ancak kağıt paraların istenildiği an altın ve gümüşe çevrilmesi mümkündür. Bu yüzden de bunlar itibari olarak karşılığı bulunan para sayılırlar. Bunlar eşyanın günümüzdeki karşılığı olan satış bedeli (semen) olmuşlardır. Bunun için nisap miktarına ulaşınca kağıt paralara da altın ve gümüşte olduğu gibi kırkta bir oranında zekât gerekir. Fakihlerin çoğunluğunun görüşü budur.
Kağıt paranın nisabını belirlemede, ticaret eşyasında olduğu gibi yok- sulun yararına olan, gümüş nisabının ölçü alınması bir çok fakih tarafından öne sürülmüşse de, bu konuda altın nisabının, esas alınması daha uygundur. Çünkü gümüş tarihi süreç içinde önemli ölçüde değer kaybına uğrarken, altın günümüzde ülkeler arası döviz gücünü korumuştur. Hz. Peygamber dönemin- de, altının ağırlık birimi olan miskal, Mekkelilerin paralarının esası idi. Her ülkedeki kuyumcular altının fiyatını kendi bölgesel paraları ile belirlemektedirler. Bu duruma göre, aslî ihtiyaçları ve borcu dışında 80 gram altın karşılığından fazla kağıt paraya sahip olan kimse, üzerinden bir yıl da geçmiş olunca kırkta bir zekâtla yükümlü olur. 17
Diğer yandan kâğıt para sisteminin altın yerine temsîlî para döneminde olduğu gibi daha açık standart bir karşılığa bağlanması ve bu karşılıkla ilgili hükümlerin temsîlî parayı da kapsamına alması esas olmalıdır. Çünkü kendi maliyeti çok düşük ve önemsiz olan kağıt paranın satın alma gücü, temsil ettiği karşılıklara göre ortaya çıkmaktadır. Altın ve gümüş para gerçek değeri ile tedavülde bulunur. Faiz yasağı sebebiyle bu tür paralarla kendi cinslerinden olan külçe, zînet ve benzeri altın ve gümüş stokları arasında bir satın alma gücü farkı meydana gelemez. Buna göre, faiz yasağı altın veya altına endeksli parayı enflasyona karşı korur. 18
Kağıt para, gerçek karşılığı olan altınla bağlantısı kesilince itibârî değerle dolaşan bir para türü olmuştur. Nitekim Emevîler devrinden itibaren yaygın- laşan ve fels adı verilen madeni paralar itibarî paralardır. Bunlar bakır, nikel, kalay karışımı paralar olup, altın veya gümüşü, içindeki karışımından az olan paralar da bu niteliktedir. Bu çeşit paraların zekâtı da kendi cinslerinden veya yıl sonundaki kıymetleri üzerinden kırkta bir olarak verilir.
Satış bedeli olarak kullanılabilen ekonomik değerlerin zekât dışı tutulması yoksulları zekât nimetinden mahrum eder ve servet sahiplerinin mal varlığını bu tür kağıt ve madeni paraya çevirerek zekât gibi önemli bir ibadetin sevabından nasipsiz kalmasına yol açabilir. Bunun sonunda, zekâttan beklenen amaç gerçekleşemez.
6) Maaş, Ücret ve Serbest Meslek Kazançlarının Zekâtı:
Bir hizmet karşılığında çalışan kimseye verilen aylık ücrete “maaş”, emeğin ve hizmetin fiyatına da “ücret” denir. Serbest meslek kazançları da avukat, muhasebeci, mâlî müşavir gibi geçici veya sürekli olarak her türlü serbest meslek faaliyetlerinden doğan kazançlardır.
Memur maaşları, işçi ücretleri, doktor, mühendis, avukat, terzi ve berber gibi serbest meslek sahiplerinin kazançlarından, temel ihtiyaçlar ve borçlar düşüldükten sonra, elde kalan nisap miktarını aşar ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa % 2.5 zekâta tâbi olur. Ancak bu yükümlünün, onu zengin kılan zekâta tâbi para, altın, gümüş, ticaret malı gibi başka ekonomik değerleri varsa, dönem sonunda, maaş, ücret veya serbest meslek gelirlerinden elde bulunan miktar da bunlara eklenerek, tek zekât matrahı üzerinden hesaplama yapılır.
Hz. Ebû Bekr’in devlet gelirlerinden hak sahiplerine atâ (bütçe fazlası paradan verilen pay) adıyla maaş verirken, yükümlünün, üzerinden bir yıl geçmiş zekâta tâbi malı varsa, bunun zekâtını kaynakta kestiği, Hz. Osman’ın da aynı şekilde uygulamada bulunduğu, Hz. Ali’nin “kişinin kazandığı malın üzerinden bir yıl geçmedikçe, o malda zekât tahakkuk etmez” dediği, Abdullah İbn Mes’ûd’un da aynı şekilde fetva verdiği nakledilmiştir. 19 Ancak Hz. Ali’nin bu sözü, dönem sonunda nisap miktarı mala sahip olanın, yıl sonuna doğru elde ettiği ka- zancının, bu matraha eklenmeyip, bir yıl daha bekletileceği anlamına gelmez.
7) Alacakların Zekâtı:
Başkalarının zimmetinde olup, nisap miktarına ulaşan nakit para türünden alacaklar, zekâta tabi olup olmama bakımından üçe ayrılır.
a) Kuvvetli alacak: Borç olarak verilen paralar, veresiye satılan ticaret mallarının bedeli olan alacaklar, borçlu borcunu kabul ediyorsa veya borç sağlam belgelerle ispat edilebilecek durumda ise kuvvetli alacaklardır. Bunlar tahsil edildiği zaman geçmiş yıllara ait zekâtları verilir.
Kuvvetli olan ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunan bir alacaktan, zekât nisabının yükümlü en az beşte bir kadar miktarı tahsil edince, bu miktarın zekâtını hemen verir. Bundan az tahsil edilirse, sahibinin zekâta tabi başka bir malı bulunmadığı takdirde zekâtını hemen vermesi gerekmez.
Diğer yandan İmam Muhammed’e göre böyle bir alacak, borçlu tarafından inkâr edilmekte ise, alacaklının ispat edici belgeleri bulunsa bile, tahsil edildiği zaman geçmiş yıllara ait zekâtı lazım gelmez. Sağlam görülen görüş de budur. Çünkü her belge hakim tarafından geçerli sayılmaz ve herkes dava açma imkânını bulamayabilir.
b) Orta derecede alacaklar: Ev veya dükkân kirası gibi kendisi zekât konusu olmayan bir malın bedeli bu niteliktedir. Bu gibi borçlarda yıllanma süresi kiracının zimmetinde borç meydana geldiği tarihten itibaren başlar ve geçecek yıllar için zekât vermek gerekir. Ancak tam nisap miktarı kadar tahsil edilmedikçe, sahibinin zekâta tabi başka malı bulunmadığı takdirde, zekâtını hemen vermesi gerekmez.
Ebû Hanîfe’den daha sağlam görülen bir rivayete göre, bu tür alacakların geçmiş yıllara ait zekâtları lazım gelmez. Belki nisap miktarı kabzedilip bir yıl geçince veya zekâta tabi başka mal varsa, yıl geçmesi beklenmeksizin buna eklenerek zekâtı verilir.
c) Zayıf alacaklar: Bir mal bedeli olmaksızın başkasının üzerinde olan alacaktır. Mehir, miras, vasiyet, anlaşmalı boşanmada kadından alınacak muhâlea bedeli ve diyet alacağı gibi alacaklar bu niteliktedir. Çünkü mehir, bir mal mübadelesinden doğmuş bir borç değildir. Boşanma bedelinin de bir mal olarak karşılığı yoktur. Vasiyet borcu diyet ve sulh bedelleri ile miras malları da, bir malın karşılığı olan alacaklar değildir. Bu gibi alacaklardan nisap miktarı elde edilip üzerinden bir yıl geçmedikçe zekât vermek gerekmez.
Alacakların bu şekilde sınıflandırılması Ebû Hanîfe’ye göredir.
Sonuç olarak; bu alacakların her birinden zekât vermek gerekir. Ancak ödeme teslim alma sırasında farz olur. Kuvvetli alacaklarda nisabın beşte biri alınınca, orta ve zayıf alacaklarda ise nisabı tamamlayacak kadar bir miktar alınınca zekât vermek gerekir. Diğer yandan bir bedel karşılığı olmayan zayıf alacaklar yeni bir kazanç elde etme niteliği taşıdığı için bunların üzerinden bir yıl süre geçmesi gerekir. Zekâta tabi başka bir mal bulunması halinde ise bunlar birbirine eklenerek zekâtı verilir.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, diyet dışındaki tüm alacaklar eşit olup kuvvetli alacak niteliğindedir. Tahsil edilen alacağın üzerinden bir yıl geçmese bile zekâtı verilir. Çünkü borçlunun yanında iken geçen süre alacaklının yanında geçmiş gibidir. 20
Şâfiîlere göre, altın, gümüş veya ticaret malının karşılığı olan alacaklar için, elde etmeye güç yetince geçmiş yılların zekâtını vermek de gerekir. Ancak alacak hayvan cinsinden veya hurma, üzüm gibi yiyecek maddeleri kabilinden olursa zekât gerekmez. 21
TİCARET MALLARININ ZEKÂTI NASIL VERİLİR?
Ticaret malı Arapça “urûz” terimi ile ifade edilir. Bunun tekili olan “araz” dünya malı demektir. “Arz” şeklindeki okunuşuyla ise, altın ve gümüş para dışındaki mallar, ev eşyası, akarlar, hayvan türleri, tarım ürünleri, elbiseler ve benzeri menkul ve gayri menkullerden ticaret için hazırlanan mallar kastedilir. Sahibinin satıp kâr elde etmek amacıyla edindiği ev, dükkân, arsa, tarla, bahçe, ve benzeri akarların hükmü de ticari eşyanın hükmü gibidir. Bu gibi akarlar da, satmak niyetiyle elde bulununca, ticari eşya gibi zekâta tâbidir. Ancak bu gibi akarlar kira geliri elde etmek amacıyla elde tutulursa, kira geliri nisaba ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa, kırkta bir zekât gerekir.
Diğer yandan sahibinin oturduğu ev, ticaret için kullanmakta olduğu iş yeri, depo, büro ile sanayi için kullandığı tesislerden zekât gerekmez.
1) Ticaret Mallarının Zekâtı İle İlgili Deliller:
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey İman edenler, kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Özellik* le kötü olanını seçmeyin. Gözünüzü kapatmadan alamayacağınız şey*leri mi bağışlıyorsunuz? Bilin ki Allah, kendi kendine yeterli ve övgüye değer olandır.” 22 Bu âyette geçen “kazandıklarınızın temizlerinden…infak edin” anlamındaki ifade, fakihlerin çoğunluğu tarafından “ticaret yoluyla elde ettiğiniz kazançtan zekât verin” şeklinde anlaşılmıştır.” Çünkü bu âyet, ticaret mallarının ve tarım ürünlerinin zekâtı ile ilgili olarak inmiştir. 23
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Deve ve sığırdan zekât vardır, ku*maştan da zekât vardır.” 24
Semüre İbn Cündeb (r.a) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s) ticaret için hazırladığımız mallardan zekât vermemizi bize emrederdi.” 25
Ebû Amr İbn Hammas’ın babasından rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer kendisine, ticaret için elinde bulunan ok torbaları ve derilerden zekât ödemesini bildirmiştir. 26 İbn Kudâme (ö.620/1223) ticaret mallarına zekât uygulaması ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Bu yaygın olan bir olaydır. Ashab-ı kiram’dan da kimse buna karşı çıkmadığı için icmâ meydana gelmiştir. Bu, Hz. Ömer, İbn Ömer ve İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Hasan, Câbir b. Zeyd, Tâvus, Nehaî, Sevrî, Evzaî, Ebû Hanîfe, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’in görüşü de böyledir. 27
İmam Mâlik ve Dâvud ez-Zâhirî’den rivayet edilen, ticaret mallarından zekât olmadığı görüşü “Atlarla kölelerin zekâtından sizi affettim” 28 hadisine dayanmaktadır. Ancak bu hadisten kastedilen bu malların kendilerinden zekât verilmeyeceğidir. Ticaret için elde bulunduruldukları takdirde kıymetleri üzerinden zekât verilmesine bu hadis engel değildir. Diğer yandan Mâlikîler’in mezhep görüşüne göre, şartlar gerçekleşirse ticaret mallarına zekât gerekir. 29
Ticaret malları gelişmesi ve çoğalması gaye edinilen mallardır. Nitekim zekâta tabi olan altın, gümüş, para, hayvanlar ve tarım ürünlerinde de bu özellik vardır. Ticaret mallarının temelde para olduğunda şüphe yoktur. Bunların bedeli olan nakit paraya zekât gerekirken, ticaret mallarına gerekmemesi ekonomik bir çelişki doğururdu. Diğer yandan bu durum nakit paranın ticaret malına çevrilerek sürekli zekât dışı tutulmasına ve yoksulların bundan zarar görmesine yol açardı. 30
2) Ticaret Malından Zekât Alınmasının Şartları:
a) Ticaret malının nisap miktarına ulaşması: Yıl başında kıymetleri en az iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın miktarında bulunan ticaret mallarının zekâtı için yıl sonundaki kıymetleri esas alınır. Bu kıymetlere göre zekâtı verilir. Malın kıymeti, bulunduğu beldenin piyasa rayicine göre belirlenir. Eğer bu mallar şehir dışında bir yerde ise buraya en yakın şehirdeki kıymetleri esas alınır.
Zekât nisabını tamamlamak için ticaret mallarının kıymeti altın, gümüş veya paraya ilave edilir. Kısaca bunları birleştirerek toplam üzerinden hesap yapılır.
b) Ticaret malının üzerinden bir yıl geçmesi: Ticaret malına sahip olunduğu tarihten itibaren malların kıymetleri üzerinden bir yıl geçmiş olması gerekir. Malın kendisinin üzerinden yıl geçmesi şart değildir. Hanefî ve Mâlikîlere göre bu konuda geçerli olan yılın başı ile sonu olup, ortası değildir. Bir kimse yılın başında nisap miktarı mala sahip olup yıl içinde bu mal azalır, sonra yıl sonunda yeniden nisap miktarına ulaşırsa bu maldan zekât vermek gerekir. Yılbaşında veya yıl sonunda nisaptan eksik olan maldan ise zekât vermek gerekmez.
Şâfiîlere göre, ticaret malının yıl sonunda nisap miktarına ulaşması esastır. Çünkü yıl sonu zekâtın farz olma vaktidir. Buna göre, bir kimsenin yılbaşında on miskal altını bulunsa, bunun beş miskali ile bir ticaret malı satın alsa, yıl sonunda bu malın kıymeti on beş miskale ulaşsa, elindeki beş miskalle birlikte toplam yirmi miskal altın karşılığına sahip olduğu için zekâtla yükümlü olur. Hanbelîlere göre ise ticaret malının yıl boyunca nisap miktarının altına düşmemesi gerekir. Ancak yarım gün gibi kısa süreli eksilmeler zarar vermez.
c) Satın alma sırasında ticarete niyet etmek: Ticaret malları satın alınırken bunlarla ticaret yapmaya niyet etmek gerekir. Eğer bu mallara sahip olduktan sonra niyet edilirse, niyetin ticaret işine yakın olması gereklidir. Satışa sunmak, satış için ilan vermek veya satış için başkasına yetki vermek gibi bir fiil olmadıkça mücerret bir niyetle bir mal, ticaret malına dönüşmüş olmaz.
Diğer yandan kendisiyle ticaret yapılan malın ticarete niyet etmeye elverişli bir mal olması gerekir. Mesela, bir kimse haraç veya öşür arazisini ticaret amacıyla satın alsa, bunu satıncaya kadar ekip biçse, zekât değil, haraç veya öşür vermesi gerekir.
İmam Muhammed’e göre miras, bağış veya vasiyet gibi bir yolla intikal eden bir mal için ticarete niyet edilse, mücerret bu niyetle mal ticaret için olmuş olmaz. Ebû Yûsuf’a göre ise, kişi kendi kabulüne bağlı olan bu gibi malları ticaret yapmak niyetiyle kabul etse, o mal ticaret malı sayılır.
Başlangıçta ticaret niyetiyle satın alınmamış olan bir mal, mesela, bir arsa, bir takım eşya, halı veya bir miktar zahire ileride satılmak üzere saklansa, bu bir ticaret malı sayılmaz. Bu yüzden bunların üzerinden bir yıl geçse de zekât gerekmez. Bir kimse şehir kenarındaki bir gayri menkulünü ziraî ürünler yetiştirmek veya depo vb. için kullanılmak üzere kiraya vermekte ise, bu yer geliri üzerinden zekâta tâbi olur. Fakat burası belediye imar alanına girip, parsellendikten sonra satışa arzedildiği tarihten itibaren ticaret malına dönüşür ve değeri üzerinden kırkta bir zekâta tâbi olur.
Özet olarak, bir şeyin ticaret malı sayılıp, bundan zekâtın gerekmesi için; malın nisap miktarına ulaşması, üzerinden bir yıl geçmesi, niyetle birlikte fiilî olarak da ticarete başlanılmış olması, ayrıca malların ticaret niyetine elverişli bulunması gereklidir.
3) Ticaret Malından Zekâtın Hesaplanması:
Ticaret eşyasının üzerinden bir yıl geçince, altın veya gümüşten hangisi yoksulun lehine olacaksa, onunla nisap belirlemesi yoluna gidilir. Ancak günümüzde gümüş, altına göre çok değer kaybettiği için, altının ölçü alınması daha uygundur. Zenginlik sınırının tespitinde, temel ihtiyaç maddeleri istisna edilerek, tercih edilen görüşe göre kişi kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık masraflarını ve borçlarını düşer. Geride kalan nakit para veya ticaret eşyası nisap miktarına ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçmiş bulunursa, bunlar birbirine eklenerek kırkta bir zekâta tâbi olur. 31
Ticaret malının zekatı kırkta bir olarak kendi cinsinden verilebileceği gibi, malın kıymetinin kırkta biri de verilebilir. Zekât yükümlüsü bu konuda tercih hakkına sahiptir. Çünkü ticaret malı, zekâtın farz olduğu bir maldır. Altın, gümüş, hayvan veya tarım ürünlerinde zekât kendi cinslerinden verilebildiğine göre, bunların zekâtını da kendi cinsinden vermek caizdir. Bu görüş Hanefîlere aittir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre ise, ticaret mallarının zekâtını kıymet olarak vermek gerekir. Çünkü nisap kıymet üzerinden belirlenmektedir. Bu yüzden zekât malda değil, ancak kıymetinde farz olmuştur. 32
Hanefîlere göre ticaret mallarının zekâtının kendi cinsinden verilebilmesi uygulamada bir takım kolaylıklar getirmektedir. Özellikle yoksulların ihtiyacı olan gıda maddeleri, giyecek, yakacak, inşaat malzemesi ve benzerlerinin kendi cinsinden zekâtını vermek yoksulların doğrudan yararlanmasını sağlar. Diğer yandan esnaf ve tüccarın büyük meblağlara ulaşan zekâtını yıl sonunda nakit olarak ayırıp ödemesi güçlük doğurur, bu durum zekâtın ya geç ödenmesine veya az verilmesine ya da hiç verilmemesine yol açabilir. Halbuki, bir gıda toptancısının, bir kumaş tüccarının veya bir konfeksiyoncunun sayım yaparak ticaret malının kırkta birini mal olarak yoksullara dağıtması ya da bunun Asr-ı Saadet’te olduğu gibi devlet eliyle yapılması, bir İslâm ülkesinde yoksulluk problemini kökten çözmeye yeterlidir. Nitekim ülkemizin zekât potansiyeli ile ilgili olarak yapılan bazı istatistik çalışmaları, bu sosyal yardımlaşma kurumunun, tam olarak uygulanması durumunda büyük bir ekonomik güç oluşturacağını ve bu yolla yoksulluk probleminin kökten çözülebileceğini, ortaya koymuştur. 33
Ticaretten yıl boyunca elde edilen kârlar ile hayvanlardan doğan yavrular, miras, bağış gibi ticari olmayan yollardan elde edilen mallar sermayeye eklenir. Yıl sonunda bunlar bir bütün olarak değerlendirilerek zekât hesabı yapılır. Ancak yıl dolduktan sonra meydana gelecek ilâvelerin, asıl mala eklenemeyeceği konusunda görüş birliği vardır.
ŞİRKETLERİN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
İslâmî esaslara göre kurulan ortaklıklarda her ortak kendi hissesine düşen zekâtla yükümlü olur. Ortaklar sadece ticaretin gerektirdiği işlemlerde bir- birlerinin vekili sayılır. Zekât bir ibadet olup, geçerli oluşu niyete bağlıdır. Bu nedenle şirket adına zekât verilebilmesi için ortakların birbirlerine özel yetki vermeleri gerekir. Şirketlerin zekâtını sermaye ortaklığı ve kâr ortaklığı üzerinden şu şekilde açıklayabiliriz:
1) Sermaye Ortaklığı ve Sanayi Kuruluşlarının Zekâtı:
İki ve daha çok kimsenin sermayelerini birleştirmek suretiyle oluşturdukları ortaklık türüdür. Sermayeler eşit veya farklı miktarlarda olabilir. Kârın paylaşılma şekli serbest sözleşme ile belirlenirken, zarara katlanma kural olarak sermaye oranlarına göre olur. Bu çeşit ortaklıklar ya ticaret şirketi veya üretim yapan sanayi şirketi türünde olabilir.
Ticaret şirketinde zekât dışı tutulacak büro, dükkan, depo, servis aracı, lojman gibi sabit sermaye daha az olur. Gıda maddeleri ticareti yapan bir şirketin yıl sonu muhasebe sonuçlarına göre, borçlar düşüldükten sonra 20 kg. külçe altın değerinde nakit parası, yirmi ton pirinci, yirmi ton toz şekeri ve yirmi ton da kuru fasulyesi bulunsa, eşit hisseli dört ortak varsa, herbirinin zekât yükümlülüğü dörtte bir üzerinden olur. Her bir ortağın şirket dışı özel bir borcu veya zekâta tâbi başka bir malı yoksa, bu şirketten zekât borcu; 125 gr. külçe altın karşılığı nakit para, 125 kg. pirinç, 125 kg. toz şeker ve 125 kg. da kuru fasulye olur. Ortak, bu gıda maddelerinin kendisini veya bedellerini verebilir.
Sanayi şirketinde ise artıcı (nâmî) özelliği bulunmayan sabit sermaye daha büyük olur. Bir fabrikanın binası, makineleri, depoları, servis araçları, lojmanları ve ticaret malı niteliğinde bulunmayan diğer taşınmazları zekât dışı kalır. Borçlar düşüldükten sonra, geride kalan nakit para, döviz, hammadde, mamul veya yarı mamul tüm ekonomik değerler yıl sonu değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur. Şirketin tüm mal varlığı içinde zekâta tabi olan değişken değerler yüzde otuz olsa, yalnız bu kısımdan zekât gerekir. Her ortak, şirketin zekâta tabi mal varlığından kendi hissesine düşen kısmını hesaplayıp % 2.5 zekât vermekle yükümlü olur. Ancak bu ortağın şirket dışı borçları varsa, bu payını adı geçen borçlara karşılık tutabilir. Zekâta tabi başka malı varsa, bunlar da şirket hissesine eklenerek zekât hesabı yapılır.
Çağımız İslâm hukukçularından bir grup bilgin, fabrika bina, ekipman ve makinelerini üretim aracı olmaları yönüyle tarım arazilerine, bunların gelirini de tarım ürünlerine kıyas ederek, zekâtın bu sanayi kuruluşlarının kendilerinden değil, gelirlerinden alınması gerektiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlara göre, sanayi kuruluşlarının zekât nispeti; sâfî gelirden % 10 veya gayri sâfî gelirden % 5 olması gerekir. Ancak sanayi makineleri ile tarım arazileri birbiri- ne kıyas edilemeyecek derecede farklılık gösterdiği için bu görüş eleştirilmiştir. Şöyle ki, sanayi makineleri topraktan farklı olarak çalıştıkça eskir, yıpranır, kısa aralıklarla parçaları değiştirmek veya yeni teknolojiler yüzünden bizzat makineleri yenilemek gerekir. Günümüz mâliyet hesaplamalarında, makineler için amortisman bedeli ve yıpranma paylarının dikkate alınması, bunların topraktan farklı bir yapıya sahip olduğunu gösterir.
Nitekim 1965’te Kahire’de ve 1984’te Kuveyt’te yapılan bilimsel konferans kararlarında, sınaî makinelerin safî gelirlerinden % 2.5 oranında zekât alınması tavsiye edilmiştir. Diğer yandan çoğunluğunu Mısırlıların oluşturduğu bir grup bilgine göre ise, sanayi sektöründe zekât, dönen sermaye ve gelir toplamından % 2.5 oranında uygulanmalıdır. 34
2) Hisse Senetlerinin Zekâtı:
Bir şirketteki ortaklık payını belirleyen belgeye “hisse senedi” denir. Bu senet başlangıçta şirketin gerçek mal varlığını yansıtırken, yıllar sonra, şirke- tin mal varlığı yüzlerce kat büyüdüğü halde hisse senetlerindeki miktarın sabit kaldığı görülmektedir. Mesela, hisse senetlerindeki toplam meblağ, başlangıç- ta 20 kg. külçe altın değerinde nakit para tutarında iken, şirketin mal varlığı ileriki yıllarda, 45-50 kg. külçe altın değerine yükselebilmektedir. Hisse senedine Türk lirası olarak yazılan rakamlara göre bir kaç katı nominal değer üzerinden alıcı bulması da, bu senetlerle mal varlığı arasındaki büyük farkı kapatmaya yetmemektedir. Diğer yandan on beş-yirmi yıl önceye ait rakamlara göre kâr paylarının verilmesi de yanıltıcı olmaktadır.
Dağıtılmayan kârların şirketin mal varlığına eklenmesi ve sürekli büyü- menin sağlanması ortakların rızası bulununca mümkün ve caizdir. Ancak ortaklıktan amaç kâr elde etmek olduğu için ortaklardan herhangi birisi ihtiyacı olduğu için kâr dağıtımını istese onun kârını hesaplayarak vermek gerekir. Bu takdirde kâr almayan ortakların hisseleri büyümüş olur. Kısaca dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârların, ya da şirketin enflasyonlar yüzünden sürekli değeri değişen mal varlığının yeniden değerleme yoluyla, para karşılıkları hesaplanarak hisse senetlerine yansıtılması gerekir. Meselâ; bir kimsenin on beş yıl önce, toplam sermayesi yüz milyar lira olan bir şirkette, bir milyar liralık hissesi varsa, şirketin mal varlığı üzerinde %1 oranında hak sahibi demektir. Böyle bir şirketin mal varlığı bugün, rakamsal olarak beş trilyon liraya çıkmışsa, bu ortağın hakkı yaklaşık elli katına yükselmiş bulunur. Bu şirketin sâbit sermaye oranı %50 ise, bu ortağın 50 milyar lira olan hisse senedi değerinin yarısı kırkta bir zekâta tâbi bulunur. Borsada alım satımı yapılan hisse senetlerini de bu ölçüler içinde değerlendirip, döner sermaye oranı belirlendikten sonra zekât hesabını yapmak gerekir. Bir İslâm beldesinde her müslüman ortağın yıl sonlarında, ortağı bulunduğu şirketin zekâta tabi mal varlığı içindeki hissesinin yüzde oranını bilme hakkı vardır.
Şâfiîlere göre şirketlerin zekâtı, dönem sonunda şirket yönetimince he- saplanarak verilir. Ortakların böyle bir hesap çıkarması güç olduğu için, böyle bir zekât uygulaması İslâm ülkesinde kolaylık meydana getirir. Hanefîlere göre de şirket ana sözleşmesine madde konularak veya sonradan genel kurulun vereceği yetkiye dayanarak, şirket yönetiminin vereceği zekât yeterli olur. Bu yapılamadığı takdirde, ortakların zekâta tâbi mal varlığı konusunda bilgilendirilmesi gerekir.
1984’te Kuveyt’te yapılan “I. Zekât Kongresi” nde, şirketlerin zekâtının, şirket tüzüğünde gerekli düzenleme yapılıp, genel kuruldan bu yönde karar çıkarıldıktan sonra, hisse sahiplerinin rızaları da alınarak şirket yönetimince verilmesi tavsiye edilmiş, bu yapılmadığı takdirde her ortağın kendi hissesinin zekâtını hesaplayıp vermesi gerektiği belirtilmiştir. Hisse senetleri elde bulun- durma amacına göre ikiye ayrılmıştır. a) Hisse senedi sırf ticaretini yapmak, yani borsadaki değer artışından yararlanmak amacıyla alınmışsa, bunun zekâtının vücûb tarihindeki piyasa değeri üzerinden % 2.5 oranında verilmesi gerekir. b) Gelirinden (temettu’) yararlanmak amacıyla alınmışsa, çoğunluk âlimlere göre, elde ettiği geliri, diğer mallarına katarak, nisap ve bir yıl geçme şartı gerçekleşmişse % 2.5 oranında zekâta tâbi olur.
Suûdî Arabistan’ın Cidde kentinde 6-11 Şubat 1988’de yapılan İslâm Fıkıh Akademisi’nin dördüncü dönem toplantısında, hisse senetlerinin zekâtı ister şirket yönetimince, ister hisse senedi sahiplerince verilsin, hesaplamanın gerçek şahıslara ait malların ve sanayi kuruluşlarının zekâtı nasıl hesaplanıyorsa, o şekilde hesaplanması gerektiği karara bağlanmıştır. Hissedarın, şirketin gerçek mal varlığı ve bunun içinde kendi payına düşen zekât miktarını öğrenme imkânının bulunmaması durumunda hisse senedini alma amacına göre ikili ayırım burada yapılmıştır. Buna göre; hisse senedi borsa değer artışından yararlanmak amacıyla ticaret için alınmışsa, piyasa değeri üzerinden, piyasa değeri oluşmamışsa, bilirkişinin belirleyeceği değer üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur. Hisse senedi sırf yıllık kârını (temettu’) elde etmek amacıyla alınmışsa, gelirinin % 2.5’u oranında zekâta tâbi bulunur. Burada kiraya verilen, tarım arazisi olmayan arazi ve taşınmazların kira bedeline kıyas yapılmıştır.
Ancak şunu da belirtelim ki, hisse senetleri şirketin mal varlığına ve ticaret faaliyetlerine ortaklığı içerdiği için, şirketin üretim ve ticaret faaliyetlerinin meşrû olması gerektiğinde şüphe yoktur.
3) Emek Sermaye (Mudârabe) Ortaklığı:
Bir taraf sermayeyi, diğer taraf da emeğini ortaya koyarak emek-sermaye ortaklığı kurulabilir. Buna İslâm’da “mudârabe” denir. Kârın paylaşılması sermaye sahibi ile işletmeci arasında serbest sözleşmeye göre olur. Zararda işletmecinin kasıt, kusur veya ihmali (teaddî) bulunmadıkça yalnız sermaye sahibi katlanır. İşletmecinin zarardan payı, emeğinin boşa gitmesi şeklinde ortaya çıkar. Mudarabe, İslâm bankacılığının da esasını teşkil eder.
İşte emek-sermaye ortaklığında, ortaklığın tasfiyesi beklenmeksizin yıl sonunda sermaye sahibi, sermaye ve kârdan payına düşenin, işletmeci ise, zekât yükümlüsü olacak durumda ise, yalnız kârdan payına düşenin zekâtı ile yükümlü olur. 35
4) Tahvil ve Hazine Bonolarının Zekâtı:
Maktu gelirli tahvil ve hazine bonolarının kıymeti üzerinden, kâr-zarar tahvilleri ise yıl sonundaki ana para ve kâr toplamı üzerinden, zekâta tabi olur.
BİNA, ARSA VE NAKİL ARAÇLARININ ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
Müteahhitlerin faaliyetini zekât durumuna göre aşağıdaki şekilde değerlendirmek mümkündür:
Müteahhit inşaatlarını tam olarak kendi sermayesiyle tamamlayıp satışa arzediyorsa, her yıl zekât hesap dönemi sonunda, inşaatının ulaştığı noktada değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi bulunur.
Yaptığı inşaatı proje üzerinden veya inşaat devam ederken peşin parayla satması durumunda, satış bedelinin yalnız kendisine isâbet eden kâr kısmı zekât matrahına eklenir. Taksitlerle satması durumunda, zekât hesap dönemine kadar teslim aldığı taksitlerin toplamı kadar imâlât yapmışsa, yine yalnız kâr kısmı zekât matrahına eklenir ve değeri üzerinden % 5 zekât gerekir. Böyle bir taksitli satış istisnâ’ (sipariş) sözleşmesi niteliğinde olup, bir yılda ödenen toplam bedel ve yapılan iş miktarı dikkate alınarak zekât hesabını çıkarmak güç olmaz.
Mütahhidin ileride inşaat yapmak üzere elinde bulunan arsalardan imarı alınmış ve inşaat kararı verilmiş olanlar, değeri üzerinden % 5 zekâta tâbi bulunur. Ancak arazi olarak alınmış, henüz parsel yapılmamış, ya da parsel yapılıp da imarı alınarak henüz inşaat veya satış kararı verilmemiş durumda olan yerler, akar niteliğinde olup, tarım arazisi ise ve ekilip biçiliyorsa öşre, akar olarak kiraya verilmişse kira geliri üzerinden zekâta tâbi olur. Ya da boş olarak tutuluyorsa, kiraya verilmemiş bir akar olarak zekât gerekmez.
Kooperatif inşaatını üstlenen müteahhit de, sözleşme uyarınca, yıllık âidat toplamı kadar iş yapar. Ancak bu âidatın içinde müteahhit kârı da vardır. Müteahhidin bunu hesaplayarak zekât matrahına eklemesi gerekir. Kooperatif üyeleri kendisi oturmak veya kiraya vermek amacıyla yatırım yapıyorsa, zekâta tâbi olmazlar. Satıp kârından yararlanmak amacıyla üye olan ise, zekât hesap dönemi sonunda, kendi hissesine düşen inşaat değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur.
Emlâkçılık yapan kimse, kendi mülkiyetinde olup satışa arzettiği taşınmazlardan, zekât hesap dönemi sonunda elinde bulunanların değeri üzerin- den % 2.5 zekâta tâbi olur. Komisyoncu olarak başkalarına ait taşınmazları satan veya kiraya vermekte olan emlâkçı ise, komisyon gelirlerinden elde kalanı, dönem sonunda zekât matrahına ekler.
Bir kimse sırf kira gelirinden yararlanmak için iş yeri, dükkân, depo, antrepo, iş hanı gibi akarlar edinse, zekât hesap dönemi sonunda bu kira gelirleri başka mal ve parası da varsa bunlara eklenerek % 2.5 üzerinden zekâta tâbi olur.
Günümüzde sermaye, toprak ve ticaret dışında daha düzenli gelir sağlamak amacıyla başka yönlere yönelmiştir. Kira geliri sağlamak için elde tutulan daire, işyeri, dükkân, han, apartman, depo ile üretim için tesis edilen fabrikalar, nakliye işinde kullanılan otobüs, tren, uçak, gemi, tır ve benzeri vasıtalar bunlar arasında sayılabilir. Bunların hepsi kendisinde büyüme ve gelişme olmaksızın geliri için yapılan yatırımlardır. Bu yüzden de gelirlerinden zekat vermek gerekir.
Diğer yandan bazı durumlarda kira geliri ve ticaret malı olma niteliği bir malda toplanabilir. Bir müteahhit, satacağı bazı daireleri geçici olarak kiraya verse, bu dairelerin ticaret malı olma niteliği değişmez.
Galericilerin alıp-satmak üzere ellerinde bulunan otomobil, minibüs, kamyon, otobüs gibi araçları değeri üzerinden zekâta tâbi olur. Başkalarına ait araçları komisyon usûlü satan galerici ise, bu gelirlerinden dönem sonunda elinde kalanı zekât matrahına ekler ve zenginse % 2.5 üzerinden zekâta tâbi olur.
Şehirlerarası otobüs işletmeciliği yapan bir firma, işlettiği kendi mülkiye- tinde bulunan otobüslerin gelirinden dönem sonunda % 2.5 zekâta tâbi olur. Ancak yıl içinde bunlardan meselâ, beş tane otobüsün satışına karar verilse, alıcı çıkıncaya kadar, bunlar sefere devam edebilir, fakat ticaret malına (urûz) dönüştükleri için, bunlar değeri üzerinden zekât matrahına eklenir.
MADEN VE DEFİNELERİN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
Allah Teâlâ’nın yeryüzünü yaratırken yerin altında yarattığı bazı ekonomik değerlere “maden”, insan eliyle gömülmüş şeylere ise “define” denir. Hanefîlere göre, “rikâz” maden ve defineleri kapsamına alan bir terimdir. Madenler genellikle ateşte eriyip kalıba dökülebilen maddelerdir. Hanbelîlere göre ise, katı ve sıvı bütün maden türleri bu çeşide girer. 36
Madenler üç türlüdür:
1.) Katı olup eritilebilen ve kalıba dökülebilen madenler: Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay, tunç madenleri bu niteliktedir. Civa da buna ilave edilmiştir. Bunların zekâtı nisap miktarına ulaşınca beşte birdir.
2.) Eritilmeye elverişli olmayan katı madenler: Bunlar ateşte erimeyen ve şekil almayan, mermer, kireç, alçı taşı, elmas, yakut, fruze, tuz gibi madenlerdir. Bu gibi madenlerden üretici zekâtı alınmaz. Bunların tamamı sahibine, sahibi yoksa bulana aittir.
3.) Sıvı olup katılaşmayan madenler: Cıva, petrol gibi katı olmayan maddelerdir. Bunlardan da üretici zekâtı Bunlar tam olarak arazi sahibine aittir. Üretimden sonra ticaret malı olarak zekâta tabi olurlar.
Bu duruma göre, beşte bir zekât verilmesi yalnız ateşte eriyip kalıba dökülebilen maden türü olan birinci çeşit için gereklidir.
Bu çeşit madenler ister öşür, ister haraç topraklarında bulunsun beşte bir zekât alınır ve ganimetlerin harcanacağı yere sarfedilir. Bunun delili Kitap, sünnet ve kıyastır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Biliniz ki, ganimet olarak elde et*tiğiniz malların beşte biri, Allah’ın, Peygamber’in ve yakınlarının, yetim*lerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kadirdir.” 37 Hanefîlere göre madenler ganimet hükmündedir. Çünkü bunlar daha önce ehl-i küfrün elinde bulunan topraklardan çıkarılmaktadır. Ancak müslümanlar bu toprakları daha sonra savaşarak elde etmişlerdir.
Sünnetten delil, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Rikâzda humus (beşte bir nispetinde vergi) vardır.” 38
Hz. Ömer’in Medine dışında bulunan 1000 dinar altın paranın 200 dinarını devlet adına beytülmâle aldığı, Hz. Ali’nin de madenleri “rikâz” diye isimlendirip, çıkarılan madenlerden ve eski devirlere ait buluntu paralardan beşte bir oranında vergi aldığı nakledilmiştir. 39
Diğer yandan madenler, İslâm’dan önceki döneme ait olan definelere kıyas edilmiştir. Bir topraktan çıkarılan, bu toprak müslümanların eline geçmeden önceki döneme ait olan define, ganimet hükmünde olup, bundan beşte bir zekât alınır. Buna kıyasla aynı hükümde sayılan madenlerden de beşte bir alınması gerekir. 40
İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre rikâz, eski devirlerde yer altına gömülüp gizlenen değerli eşya, hazine ve definedir. Madenler rikâz kapsamı dışında kalır. Hatta İmam Şâfiî rikâzı sadece câhiliye devrinde gömülmüş olan altın ve gümüşe hasreder ve bunlardan alınacak beşte bir verginin zekât verilecek kimselere sarfedileceğini söyler. Ebû Hanîfe’ye, bir görüşe göre Mâlik’e ve Ahmed İbn Hanbel’e göre ise beşte bir geliri fey’ hükümlerine tâbi olup zekât dışında, kamu hizmetlerine harcanır. 41
Hanefîlere göre madenlerin zekâtı beşte bir iken, diğer üç mezhebe göre kırkta birdir. Bu görüş ayrılığı, üç mezhebin madenleri rikâz kapsamı dışında kabul etmesinden kaynaklanmıştır.
Hanefîlere göre, bulunan madenlerle definelerden beşte bir zekât verildikten sonra artan kısım eğer maden ve defineler birinin mülkünde bulunmuşsa, mülk sahibine aittir. Eğer hiç bir kimsenin mülkiyeti altında değilse, artan kısım bulana aittir.
Bu duruma göre, devletin mülkiyeti altında bulunan mîrî arazilerde bulu- nacak madenlerin tam olarak devlete ait olması gerekir.
Ebû Hanîfe’den başka bir rivayete göre, öşür ve harac arazisi gibi sahipli mülklerde bulunan madenler mâliklerine aittir, bunlardan beşte bir alınmaz.
Defineler de üçe ayrılır:
1-) Sahipsiz topraklarda veya sahibi bilinmeyen topraklarda bulunmuş ise beşte bir vergi alınır, kalan beşte dördü bulana ait olur. Mülk arazide bulunmuş ise Hanefîlere göre beşte dördü mülk sahibine veya mirasçılarına verilir. Böyle bir defineyi gayri Müslim veya çocuk da bulsa hüküm değişmez.
2-) Bulunan altın gümüş veya değerli eşyanın İslâmî döneme ait olduğu- nu gösteren mühür, yazı, tuğra gibi bir alâmet taşıması durumunda “lukata (buluntu mal)” hükümleri uygulanır. Bu şekilde bulunan eşya bir yıl süreyle -usûlüne göre- ilân edilir. Bunları bulanlar yoksulsa kendisine, zenginse başka yoksullara sarfederler veya İslâm devletinin yetkili temsilcisine teslim ederler.
3-) Hangi devre ait olduğu şüpheli bulunan defineler: Üzerinde ne İslâmî devre, ne de İslâm’dan önceki devre ait olduğunu gösteren bir alâmet bulun- mayan gömülmüş define bir görüşe göre İslâm öncesi devre, başka bir görüşe göre İslâmî devre ait kabul edilerek işlem yapılır.
4-) Bu çeşit bulunan eşyanın vergilendirilmesi için çoğunluk fakihlere göre nisap aranmaz. Yalnız İmam Şâfiî nisap şartını ileri sürmüştür.
5-) Fakihler rikâzın beşte bir vergiye tâbi olabilmesi için, bulunduktan sonra üzerinden bir yıl geçmesinin şart olmadığında görüş birliği içindedir.
Bir evde bulunan define ev sahibine ait olur. Ebû Hanîfe’ye göre bundan beşte bir zekât vermek gerekmez. Çünkü bu, toprak altında bir araya getirilmiş toprak parçaları gibidir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise böyle bir defineden beşte bir zekât vermek gerekir. Çünkü, “Rikâzdan beşte bir zekât vermek gerekir” hadisi mutlaktır. Evde veya ev dışında bulunan defineler arasında bir ayırım yapılmamıştır.
Denizlerden çıkarılan inci, amber, sikkeli paralar ve balıklardan Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre zekât olarak bir şey gerekmez. Ebû Yûsuf’a göre ise denizden çıkarılan nakit altın ve gümüşten, inci ile anberden beşte bir oranında pay alınır. 42 Delil Hz. Ömer’in uygulamasıdır. Zekât memuru olan Ya’lâ İbn Ümeyye deniz kenarında bulunan anber için Hz. Ömer’den yazılı görüş ister. Ömer (r.a) sahâbe ile istişare ederek şu cevabı verir: “Şüphesiz anber, Allah’ın nimetlerinden biridir. Anberde ve onun gibi denizden çıkarılan değerli şeylerde beşte bir nispetinde vergi borcu vardır.” 43 Diğer yandan Ömer İbn Abdilazîz’in, Umman zekât memuruna, denizden çıkarılacak balıkların değeri gümüş nisabına ulaşınca, onlardan zekât tahsil etmesini emrettiği nakledilir. 44 Buna göre ticaret amacıyla balık tutan veya balık ticareti yapan kimse, zengin durumda olunca, balıkların değeri üzerinden %2.5 zekâta tâbi olur.
Madenler konusunda şu noktaya da açıklık getirmek uygun olur. Günümüzde, ekonomik hayatta büyük bir önem kazanan, petrolün, veya ateşte erimeyen elmas, firuze, mermer gibi madenlerin zekât dışı kalmış olması dikkati çekebilir Temelde ticari ve ekonomik değeri olan şeylerin kullananın veya tüketicinin eline ulaşıncaya kadar zekât dışı kalması söz konusu olmaz. Petrol üreticisi, elmas veya yakut madencisi sadece beşte bir olan işletme ve üretim vergisinden muaf tutulmuştur. Ürettiği petrolü veya çıkardığı madenleri ham veya işlenmiş olarak piyasaya sürünce bunlar ticaret malı sayılır ve nisap miktarını aştığı zaman, diğer şartlar da bulununca kırkta bir zekâta tabi olur. Depolanıp satışı gecikirse her yıl için kırkta bir zekât borcu yenilenir. Buna göre, bunun işletmeciye veya üreticiye bir defaya mahsus olarak tanınan bir muafiyet olduğu söylenebilir.
İmam Şâfiî’ye göre altın ve gümüşten başka madenlerden zekât vermek gerekmez. Altın ve gümüşte kırkta bir zekât verilir. Çünkü altın ve gümüşün zekâtı ile ilgili hadisler umum ifade eder. Ayrıca madenin zekâtında bir yıl geç- me şartı yoktur. Çünkü bir yıl geçme şartı, mallarda büyümenin gerçekleşmesi için konulmuştur. 45
TARIM ÜRÜNLERİNİN VE MEYVELERİN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
Tarım ürünlerinden zekâtın farz olması Kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en iyilerinden infak edin.” 46 Fakihler buradaki emrin, topraktan çıkarılan ürünlerin zekâtı ile ilgili olduğu görüşündedir. Diğer yandan “infak” terimi geniş anlamıyla zekâtı da kapsar. 47 Yine âyette “hasat günü ürünün hakkını, zekâtını verin” 48 buyurulur. Çoğunluk fakihler bu ayetteki “hak” teriminin toprak ürünlerinden alınması gereken zekât olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak ürünlerinde onda bir (öşür), kova (el emeği) ile sulananlarda yirmide bir (nısıf öşür) vardır.” 49 Hadislerde “öşür” terimi “toprak ürünlerinden alınan zekât” anlamında kullanılmıştır.
Diğer yandan İslâm âlimleri, tarım ürünlerinin onda bir veya yirmide bir oranında zekâta tâbi olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Ancak zekâta tâbi olup olmayan arazi veya toprak ürünü çeşitleri üzerinde görüş ayrılıkları olmuştur.
1) Tarım Ürünlerinden Zekât Alınmasının Şartları:
Tarım ürünlerinin zekâtında, yükümlünün akıllı olması veya ergenlik çağına ulaşması şart değildir. Akıl hastası veya küçüklerin mahsulünden de zekât gerekir. Ancak yükümlünün müslüman olması gereklidir.
Hanefîlere göre bu genel şartlara ek olarak tarım ürünlerine zekâtın farz olması için şu şartlar öngörülmüştür:
Toprağın öşür toprağı olması. Harac arazisinden öşür vermek gerekmez. Çünkü bir topraktan hem harac vergisi, hem öşür bir müslümanın toprağında birleşmez.
Topraktan ürün çıkması. Eğer öşür toprağından bir şey çıkmazsa öşür vermek de Çünkü öşür, çıkan üründen verilir. Harac toprağını ise sahibi ekip biçme imkânına sahip olduğu halde boş bırakırsa yine harac vergisi ile yükümlü olur. Çünkü bu durumda toprakta hükmen üretim yapabilme (nema) niteliği var sayılır.
Toprağı ekip biçmek; gelir ve ürün elde etmek, büyüme gibi amaçlar için yapılmalıdır. Bu yüzden başlangıçta ürünü bulunmayan meşe, çam, kavak, ot ve benzeri şeylerden öşür Belki bunlar kesilip üretimde kullanıldığı veya satıldığı zaman ticaret malı olarak diğer zekât mallarına ilave edilir. 50
Toprak ürünleri, hayvanlar gibi açıkta olan mal türüne girer. Bu yüzden bunların öşrü, genel olarak sahabe devrinden Osmanlı İmparatorluğu uygulamasının sonlarına kadar devlet eliyle alınmıştır. Tarım ürünlerinden devletçe alınacak miktar, arazinin türüne göre değişiklik gösterir. Bu miktar zekât, sadaka, harac veya kira bedeli çeşitlerinden birisine girer.
2) Zekât Verilecek Tarım Ürünleri Ve Yükümlüler:
Ebû Hanîfe’ye göre tarım ürünlerinin zekâtında nisap aranmaz. Buğday, arpa, pirinç, darı, baklagiller, karpuz, patlıcan, domates, şekerkamışı, şeker- pancarı, hurma, üzüm ve benzeri öşür arazisi ürünlerinden az olsun çok olsun öşür zekâtı alınır. Dayandığı delil: “…Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en iyilerinden verin” 51 ayetidir.
Kısaca Ebû Hanîfe’ye göre insan eliyle yetiştirilen ve topraktan çıkan her üründen öşür gerekir. Öşürde bir çeşit vergi anlamı bulunduğu için bunu İslam devletinin zorla alma hakkı vardır. Bu yüzden ölünün terekesi olan ziraî ürünlerden, çocuk veya akıl hastasına ait arazilerin ürününden de öşür alınır.
Hanefîlere göre toprak ürünlerinin öşre tâbi olması için üzerlerinden bir yılın geçmesi şart değildir. Bir yıl içinde, birden çok ürün alınan yerlerde, öşür de ürüne bağlı olarak tekrar verilir.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in de içinde bulunduğu çoğunluğa göre, tarım ürünleri için nisap miktarı, her ürün çeşidi için beş vesk (yaklaşık 653 kg, Kûfeliler’e göre 1 ton)’tir. Bu nisaba ulaşmayan tarım ürünleri için öşür gerekmez. Delil, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Beş vesk’ten az (üründe) zekât yoktur.” 52
Ayrıca bu tarım ürünlerinin bir yıl kadar dayanabilecek nitelikte olması gerekir. Bu yüzden yaş meyve ve sebze türleri için öşür gerekmez. Armut, elma, şeftali, kayısı, domates, biber, pırasa ve kereviz gibi. Çünkü bunlar dayanıksız ürünlerdir.
Toprak ürünlerinin zekâtı toprağın sulama tekniğine göre belirlenir. Toprak bir emek harcanmaksızın yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanalları ile sulanıyorsa zekât olarak çıkacak ürünün onda biri; kova, dolap, motor veya ücretle alınan su ile sulanıyorsa yirmide bir olarak verilir.
Eğer toprak hem yağmur veya nehir sularıyla hem de dolap, motor vb. emekle elde edilen su ile sulanmışsa, yıl boyunca daha çok olan sulama esas alınarak öşür miktarı belirlenir. Burada emek ve masrafla üretilen tarım ürünlerinin zekât miktarı yarıya düşürülerek, yükümlüler arasında bir denge kurulduğu görülür.
Tohumlar, işçilik, sulama, ilaçlama vb. masraflar üründen düşülmez. Çünkü özellikle sulamaya dayalı tarım ürünlerinde öşrün yarısı (yirmide bir) alınacağı için miktardaki bu indirim, masrafların bir bölümünü veya tamamını karşılayabilir. Meselâ; sulama yapılmayan yerden elde edilen on ton buğdayın öşrü bir ton iken, sulama yapılan yerde bu miktar yarım tona inecektir. Sulamanın ürünü arttırdığı ve üstelik yarım ton da eksik öşür verildiği düşünülürse çiftçilerin sulamalı tarıma teşvik edildikleri görülür.
Günümüzde, sulamanın yanında gübreleme, ilaçlama, mazot ve işçilik harcamalarının önemli ölçüde arttığı göz önünde tutularak, bu gibi topraklardan elde edilen ürünün, emek ve masrafla sulanan toprakların ürününe kıyas edilmesini uygun görenler olduğu gibi, sulama dışında kalan bu girdilerin zekât matrahından düşüldükten sonra, geri kalandan sulama usûlüne göre zekât verilmesi gerektiğini öne süren çağdaş âlimler de vardır. 53
İmam Şâfiî ve Mâlik’e göre, bir yıl kadar dayanıklı olan gıda maddeleri zekâta tâbi olur. İmam Şâfiî, meyve türünden sadece hurma ve üzüme öşür gerektiği görüşündedir. Ahmed İbn Hanbel ise, gıda maddesi ayırımı yapılmaksızın, insan eliyle yetiştirilen, dayanıklı olup ölçüyle alım satımı yapılabilen her türlü tarım ürününe öşür gerektiğini söyler.
Zeytin, susam, ay çiçeği tanelerinden öşür alındığı takdirde, daha sonra yağlarından yeniden öşür alınmaz. Ancak bunları üreticiden ticaret amacı ile satın alan kimse yeniden “ticaret malı” zekâtına tabi olur.
Toprak ürünlerinin öşrü, taneli bitkilerde harman vaktinde, meyvelerde ise toplandıktan sonra verilir. Bunların sahipleri vefat etse bile, mirasçılarının öşrünü vermesi gerekir. Böyle bir arazinin vakfedilmesi de öşrünü düşürmez.
Daha öşrü verilmemiş olan taneli bitkilerden veya ağaç üzerindeki meyvelerden yenilirse, öşrünü ödemek niyetiyle yemeli ve bunu tazmin etmelidir. Meselâ, Ebû Hanîfe’ye göre on kg. üzüm toplanmışsa, bir kg.’nı zekât olarak tazmin etmek gerekir.
Öşür arazisi ürününün öşrü veya mirî arazinin kira bedeli vaktinde veril- meyip de daha sonra zayi olsa veya sahibi vefat etse bunu ödemek gerekir.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre beş vesk (653 kg) olan nisabı tamamlamada tarım ürünlerinin farklı türleri birbirine eklenemez. Her türün ayrı ayrı nisabı doldurması gerekir.
Sahibi olmayan, vakfedilmiş öşür arazisi ürünlerinden de öşür verilir. Çünkü öşür, çıkan üründen gerekir, toprağın kendinden değil.
Arazi sahibi, toprağını bir karşılık beklemeden ekilmek üzere birisine verse, çıkan ürünün öşrünü bu kimse verir.
Arazi ekilmek üzere belli bir ücretle kiraya verilmişse, çıkacak ürünün öşrü, Ebû Hanîfe’ye göre arazi sahibine aittir. Zekât, toprağa bağlı bir vergi olup, çıkan ürün anlam bakımından kiraya veren kimseye ait sayılır. Çünkü bunun bedeli olan kira bedeli kendisine verilmektedir.
Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, kiraya verilen arazilerde öşür kiracıdan alınır. Çünkü öşür, çıkan üründen verilir, çıkan ürün ise kiracıya aittir. Emanet olarak ekilip biçilen arazide olduğu gibi öşrünü vermek ona ait olur. Hanefîlerde önceleri Ebû Hanîfe’nin görüşü ile fetva verilmişken, sonraki Hanefî fakihleri Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in görüşü ile fetva vermişlerdir. 54
Arazi, çıkacak ürünü toprak sahibiyle paylaşma (müzâraa) yöntemiyle kiralanmış ise, elde edilecek ürünün öşrü, Ebû Hanife’ye göre yine toprak sahibinden alınırken, çoğunluk fakihlere göre, ürünü paylaşma oranları göz önünde bulundurularak toprak sahibi ve işletmeciden alınır.
Zekâta tâbi toprak ürünleri olgunlaştıktan sonra, henüz hasat edilmeden kökünde satılırsa, öşrü arazi sahibine, olgunlaşmadan önce satılırsa, satın alana ait bulunur.
Öşür toprağından beslenen arıların balından onda bir zekât gerekir. Harac arazisinden, mübah mer’a veya ormanlardan beslenen arıların balları ise öşre tabi olmaz. Delil şu hadistir: “Ebû Seyyâre (r.a), kendisinin arı kovanları olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber bunların öşrünü vermesini, bildirmiştir.” 55 Diğer yandan Allah Elçisi, Yemen halkına şöyle yazmıştır: “Bal üreticilerinden öşür alınsın.” 56
Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, baldan zekât gerekmez. Dayandıkları delil, Tirmizi’nin; balın zekâtı konusunda önemli bir rivayetin bulunmadığını söylemesi ile balın süte kıyas edilmesidir. 57
İSLÂM’DA ARAZİ STATÜLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
İslâm’ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için çeşitli uygulamalar görülmüş ve bunlar hukûkî statülerine göre isimler almıştır. Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır. Yine mîrî arazinin kullanım şekillerinden olan tımar, has, zeamet Osmanlı İmparatorluğu uygulamalarındandır.
1) Fethedilme Şekline Göre Arazi Çeşitleri:
Kendileriyle savaş yapılan düşman İslâm’ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olurlar. Savaşsız, kendiliğinden müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir topluluk İslâm’a girdikleri zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar.” “Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun mâlikidir.” 58 Bu hadis menkul ve gayr-i menkul tüm malları kapsamına alır.
Ebû Yûsuf bu tür toprakların, İslâm’a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı görüşündedir. 59
Düşman İslâm’a girmemekle birlikte toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına göre toprak statüsü belirlenir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İleride siz bazı topluluklarla savaşa* caksınız. Savaştığınız bu kimseler bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapa* caklardır. Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında bir şey istemeyiniz, almayınız. Çünkü bu sizin için helâl olmaz.” 60
Bu şekilde gayri müslim sahiplerinin elinde kalacak olan araziler “harac arazisi” adını alır. Hz. Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerlerin halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir. Hz. Ömer devrinde, Necran’ın Hıristiyan halkı, Irak ve Suriye’ye nakledilirken, bunların her birine Necran’da sahip oldukları arazi ve mesken- lerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir. 61
Düşman toprakları zorla fethedilmişse, İslâm devleti bu topraklarla ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:
1-) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk İslâm’a girince bunlar öşür arazisi olur. Hz. Peygamber’in Mekke arazileri için uygulaması bu şekilde olmuştur.
2-) Bu araziler ganimet sayılarak beşte biri Beytümal’e ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü savaşa katılan gazilere dağıtılır. 62 Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur. Nitekim Rasûlullah (s.a.s) zorla fethedilen Hayber topraklarına böyle bir statü vermiştir. Ancak bu topraklar bir süre “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde eski sahiplerinin ellerinde bırakılmıştır. 63
3-) Fey’ arazisi uygulaması. İslâm devleti zorla fethedilen ülke topraklarını gazilere dağıtmayıp, eski gayri müslim sahiplerinin ellerinde fey’ statüsü ile bırakabilir. Fey’; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise harac vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir. Bu, bir bakıma geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir.
Hz. Ömer’in halifeliği zamanında fethedilen Suriye ve Irak topraklarına fey’ hükümleri uygulanmıştır. Irak toprakları fethedilince gaziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı. Hz. Ömer dağıtmak istemeyince uzun istişare ve müzakereler yapıldı. Hz. Zübeyr, Abdurrahman İbn Avf ve Bilal-i Habeşî ile aynı düşüncede olanlar, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Rasûlullah (s.a.s)’ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gazilere dağıtılmasını istediler. Muaz İbn Cebel ve Hz. Ali gibi bazı sahabîler ise bu konuda Hz. Ömer’i desteklediler.
Hz. Ömer şöyle diyordu: “Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Onlar toprakların ahalisiyle birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını göreceklerdir.”
Muaz İbn Cebel (r.a) aynı görüş yönünde şöyle der: “Ya Ömer! Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprağın büyük bir kısmı müslümanların eline geçer. Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da yararlanmasını sağlayacak bir statü ver.”
Hz. Ömer bu müzakerelerde Kur’an-ı Kerim’den fey’ ile ilgili şu ayetleri delil getirmiştir: “Allah’ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden Peygamberine verdiği fey’; Allah’a, Peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zengin*ler arasında dolaşan bir servet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da sakının.”
“Özellikle o fey’, hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah’tan lütuf ve rıza ararlar.” 64
Yukarıdaki ayetler, ganimet taksimini genel olarak düzenleyen el-Enfal suresinin kırk birinci âyetini tahsis etmiştir. Bu duruma göre Haşr sûresindeki fey’ âyetleri savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde İslâm devletinin başkanına maslahata uygun olarak tasarrufta bulunma yetkisi vermiştir. Hz. Peygamber, Hayber toprakları için Enfal sûresindeki âyetle, Hz. Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey’ âyetleriyle amel etmiştir. Buna göre, fey’ âyeti yalnız savaşa katılan gazileri değil, bütün mü’minleri içine alır. Bu, gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonra gelenler önce gelenlere ortak olurlar. Bu ise, ancak arazileri taksim etmemekle gerçekleşir. Böyle bir statü toplu bir vakıf ve toplu bir kamulaştırma niteliğindedir. Ancak bu topraklar mirasla geçebilir, gerçek vakıf ise mirasla geçmez. 65
2) Öşre Tâbi Olup Olmama Bakımından Arazi Çeşitleri:
Öşür arazisi: Bunlar fethedilip kendi istekleriyle müslüman olan halkına veya zorla fethedilip, savaşa katılanlara mülkiyet üzere verilmiş olan topraklardır. Arap yarımadasındaki araziler bu niteliktedir. Bu toprakların ürününden onda bir veya yirmide bir nispetinde “öşür” verilir.
Harac arazisi: Bunlar sulh yoluyla veya zorla fethedilip eski gayri müslim sahiplerine veya başka gayri müslimlere mülk olarak verilen topraklardır. Irak köyleri ve çevresi bu niteliktedir. Bu çeşit araziden ya çıkan ürüne göre veya önceden belirlenen miktarda “harac” adı ile vergi alınır. Bu vergi, zekât niteliğinde değildir.
Sırf mülk arazi: Bu, önceleri mîrî araziden olup Beytülmal’e ait iken, daha sonra bir bedel karşılığında bazı kimselere satılmış olan topraklardır. Bunların ürünü de, sahipleri müslüman bulununca zekât konusunda öşür arazisi gibidir.
Ancak mülk evlerin çevresindeki mülk bahçeler, bu evlere bağlı bulunduğu için, buradan elde edilecek ürünlerden ve meyvelerden öşür gerekmez.
Mîrî arazi: Bunlar, daha önce müslümanlar tarafından fethedilip de, kimseye mülk olarak taksim edilmeksizin İslâm toplumu için alıkonulmuş olan topraklardır. Bunların kuru mülkiyeti devlete ait olup, yararlanma hakkı köylülere tapu ile tefviz edilegelmiştir. Bunları tasarruf edenler kiracı statüsündedir. Devlete verecekleri belirli hisseler veya vergiler de “kira bedeli” niteliğindedir.
Bu çeşit arazilerin ürününden öşür veya başka adla zekât lâzım gelmez. Çünkü öşür ile harac veya öşür ile bu hükümde bulunan kira bedeli bir müslümanın toprağında birleşmez. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye’de topraklar başlıca bu statüde idi.
Hanefîlere göre harac vergisine tabi olan bir toprak, müslümanın eline geçse yine harac vergisi devam eder, çıkan üründen ayrıca öşür vermek gerekmez. Çünkü bir toprakta hem harac hem öşür birleşmez. 66 Delil şu hadistir: İbn Mes’ûd (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyur- muştur: “Bir müslümanın toprağında öşür ile harac toplanmaz.” 67 Diğer yandan ne adaletli ve ne de zalim yöneticilerden hiç biri harac arazisi sayılan Irak topraklarından öşür almamışlardır. Bu yüzden harac ile birlikte öşür vermenin farz olduğunu söylemek icmaa aykırı düşer. Harac ve öşrün dayandığı sebep, toprağın gelir getirici olmasıdır. Bu ikisini aynı topraktan almak, bir maldan iki defa zekât almaya benzer.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, müslümanın elinde bulunan harac topraklarından çıkan ürünlerden öşür; toprağından ise harac olmak üzere ikisi bir arada uygulanabilir.
Çoğunluğun dayandığı deliller şunlardır:
1-) Toprağın ürününden zekâtın farz olduğunu bildiren ayet ve hadislerin anlamı genel olup, öşür veya harac toprağına göre ayırım yapılmamıştır.
2-) Öşür ile harac farklı nitelikte iki haktır. Mesela, öşürde ibadet, haracta ceza anlamı vardır. Öşür çıkan üründen alınır, harac ise zimmet borcudur. Ürün çıksa da çıkmasa da topraktan harac alınır. Öşrün sebebi ürünün çıkması, haracın sebebi ise toprağın tarıma elverişli olmasıdır. Öşür yoksullara, harac vergisi ise genel hizmetlere ve mücahitlere sarfedilir. Öşür ayet ve hadis delillerine dayanır. Haracın delili ise kamu yararı gözetilerek yapılan ictihattır.
3-) Öşür ile harac bu şekilde birbirinden farklı olunca bunların bir kişide toplanmasında da bir sakınca bulunmaz. Nitekim harem sınırları içinde avlanan hacı, hem avladığı hayvanın değerini verir, hem de cezaî müeyyide uygulanır. 68
3) Türkiye Topraklarında Öşür:
Gerek fakihlerin çoğunluğunun görüşünü, gerekse devirler içinde arazi statülerinde meydana gelen değişiklikleri dikkate alarak Türkiye topraklarının bugünkü durumunu şu şekilde değerlendirmek mümkündür:
Anadolu ve Rumeli’de önceleri geniş yer tutan mirî arazilerin bir bölümü daha sonra bedel karşılığında satılıp tapu ile devredilmiş ve sahipsiz toprakların ihyası sonucu da geniş alanlar zilyedlikle şahısların mülkü haline gelmiştir. Böylece alma, satma, ekip biçme, kiraya verme veya mirasla intikal konularında zilyedine tam tasarruf yetkisi veren mülk arazi türü ortaya çıkmıştır. Bu çeşit araziler “sırf mülk arazi” çeşidine girer ve öşür arazisinde olduğu gibi çıkacak ürünün öşre tabi olması gerekir. Eğer öşür devlet eliyle alınmıyorsa, hayvanlar- da olduğu gibi sahiplerinin bunu uygun yerlere kendilerinin vermesi gereklidir. 69
HAYVANLARIN ZEKÂTI NASIL HESAPLANIR?
Kur’an’da doğrudan hayvanların zekâtından söz eden bir âyet bulunmaz. Ancak “Onların mallarından sadaka (zekât) al…” 70 âyetinin genel anlamının hayvanları da kapsadığı düşünülebilir. Çünkü hayvanlar, özellikle göçe- be toplumlarda önemli bir geçim ve zenginlik aracıdır. Nitekim çölde yaşayan Araplar arasında “mal” kelimesi hayvan anlamında kullanılmıştır.
Hz. Peygamber’in hadislerinde öbür zekât malları gibi hayvanlar da ayrıntılı bir şekilde yer almıştır. Nitekim Allah’ın Elçisi zekâta tâbi olan mallarla onların nisap ve nispetlerini belirten uzun bir vergi tarifesi hazırlatmış, fakat bunu gereken yerlere gönderemeden vefat etmiştir. Bu zekât tarifesi Hz. Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde uygulamaya konulmuştur. 71
Bu tarifeye ve ilgili diğer hadis ve uygulamalara göre, hayvanların zekâtında aşağıdaki esaslara göre zekât vermek gerekli olur. 72
Peygamber, sahâbe ve tâbiîler döneminde yalnız deve, sığır ve koyun zekâta tâbi tutulmuştur. Manda sığır türünden, keçi ise koyun türünden sayılır. Buna göre sayı beş olur. Bunlar aynı zamanda evcil hayvanlardır. Bu yüzden evcil olmayan hayvana zekât gerekmez.
Devenin nisabı beş, koyunun nisabı kırk ve sığırın nisabı ise otuzdur. Bu nisaba ulaşmayan hayvanlara zekât gerekmez.
Hayvanların üzerinden sahibinin mülkiyetinde olarak bir yıl geçmelidir. Eğer hayvan bir kimsenin mülkiyetinde bir yıl kalmazsa ondan zekât vermek gerekmez. Rasûlullah (s.a.s), “üzerinden bir yıl geçmedikçe, bir maldan zekât vermek gerekmez” 73 buyurmuştur. Çünkü yıl tamamlanmadan genel olarak malın büyümesi ve yavrulaması tamam olmaz.
Buna göre, yıl içinde hayvanın satış, bağış vb. yollarla elden çıkması halinde, yeniden başka hayvan satın alınır veya hayvan mübadelesi yapılırsa nisabı tamamlamada sonradan alınan hayvanların üzerinden bir yıl geçmesi konusunda satın alındıkları tarihe itibar edilir.
Hayvan, yılın büyük bir kısmında sâime, yani kırlarda mer’a ve otlaklarda beslenmiş olmalı, ağılda yemle beslenen (me’lûfe) hayvanlardan olmamalıdır. Bu hayvanlar mücerret sütleri alınmak veya üremeleri sağlanmak veya besicilik için kırda otlamış olmalıdır. Bu yüzden altı aydan az süreyle kırlarda beslenen veya mücerret binilmek veya yük taşıtılmak yahut kesilip etleri alınmak üzere meralarda az çok otlatılan hayvanlar da zekâta tabi değildir. Ticaret için olan hayvanların hükmü diğer ticaret malları gibi olur. Ticaret malı olmayan hayvanlardan zekâtın farz olması için yılın yarıdan fazlasında herkese açık meralarda beslenmesi gerektiği, çeşitli hadis-i şeriflerle sabittir. 74
Hayvanın tarım ve nakliye işlerinde kullanılan (âmile) hayvanlardan olmaması gerekir.
İmam Mâlik’e göre, hayvanların sâime olmasına veya tarım ya da nakliye işinde kullanılıp kullanılmamasına bakılmaksızın belirtilen türler nisaba ulaşınca, bunlara zekât gerekli olur.
Zekâta tâbi olan hayvanlar ve nisap miktarları şöyledir.
Koyun ve Keçilerin Zekâtı:
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sâime olan koyunların sayısı kırkaulaştığı zaman yüz yirmiye kadar bir koyun verilir. Yüz yirmiyi aşınca, iki yüze kadar iki koyun, iki yüzü aşınca üç yüze kadar üç koyun, üç yüzü aşınca her yüz tane için bir koyun verilir.” 75 Yılın yarıdan fazlasını mübah otlaklarda beslenerek geçiren hayvana “sâime” denir.
Buna göre, sâime olan koyun ve keçi sürüsünün kırktan azına zekât gerekmez. Koyun ve keçi sayısı kırk olur ve bunların üzerinden bir yıl geçerse zekât gerekli olur. 40’tan 120’ye kadar bir koyun, 121’den 200’e kadar iki koyun, 201’den 399’a kadar üç koyun zekât verilir. 400 koyun için de dört koyun zekât gerekir. Bundan sonra her yüz için bir koyun daha verilir. Zekât miktarının arttığı dilimlerin alt ve üst sınırı arasındaki sayı bağışlanmış olup, zekâta tabi değildir. Meselâ; zekata tabi ve üzerinden bir yıl geçmiş yalnız kırk koyunu olanla, yüz yirmi koyunu olan iki mükellef de birer koyun zekât verir.
Keçi de koyun gibidir. Çünkü hadislerdeki “ganem” ifadesi erkek ve dişi koyun ile keçiyi içine almaktadır. Bu yüzden koyunla keçi bir cins sayılır ve nisabı tamamlamada birbirine eklenir. Meselâ; otuz koyun ile on keçisi olanın bir koyun zekât vermesi gerekir. Bunların erkekleri ile dişileri eşittir. Zekât için verilecek hayvan erkek de dişi de olabilir.
Koyunlar ile keçilerden hangisi daha fazla ise zekâtın ondan verilmesi sünnete daha uygundur. Sayıları eşit olursa dilediğinden verebilir. Ancak tamamı koyun veya tamamı keçi olursa, zekâtını kendi cinsinden vermek gerekir. 76
Salim babasından rivayetle Hz. Peygamber’in zekât mektubunda şöyle yazdığını nakletmiştir: “Kırk koyundan yüz yirmiye kadar bir koyun, bundan fazlasına iki yüze kadar iki koyun, bundan fazlasına üç yüze kadar üç koyun, üç yüzden fazlasına her yüz sayısı için bir koyun zekât verilir. Sonra sayı dört yüze ulaşıncaya kadar bir şey vermek gerekmez. Zekâttan kaçırılmak için ayrı koyunlar birleştirilmez, toplu halde bulunan koyunlar da ayrılmazlar. Koyunları karışık halde bulunan ortaklar eşit şekilde ödeşirler. Çok yaşlı veya kusurlu hayvan zekât olarak alınmaz.” 77
Bu hadiste yasaklanan birleştirme ve ayırma şöyle olur. Ortak olan üç kişinin nisap miktarına ulaşan kırkar koyunu olsa, bunlar ayrı kabul edilirse üç koyun, birleştirilirse yüz yirmi koyuna bir koyun zekât gerekir. Burada her ortağın hissesi ayrı kabul edilerek zekâta tabi olur. Yine iki ortaktan her birinin yüz bir koyunu olsa ayrı kabul edilirse iki koyun, birleştirilirse sayı iki yüz ikiye ulaşacağı için üç koyun zekât gerekir. Burada yoksulun lehine olan tercih edilerek, hisseler toplu olarak zekâta tabi tutulur.
Sığır ve Mandaların Zekâtı:
Sığırların zekâtının farz oluşu sünnet ve icma delillerine dayanır. Muaz İbn Cebel (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s) beni Yemen’e gönderdi ve her otuz sığırdan iki yaşında dişi veya erkek bir sığır, kırk sığırdan üç yaşında dişi bir sığır (müsinne) veya buna denk maâfir kumaşı zekât almamı emretti.” 78
Ebû Zerr (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Deve, sığır veya koyun sahibi bir kimse eğer bunların zekâtını ödemezse, kıyamet gününde bunlar olduklarından daha büyük ve iri olarak gelecekler, o mal sahibine boynuzları ile toslayacaklar ve çiğneyeceklerdir. Sonuncusu işini bitirince birincisi yeniden toslamaya ve çiğnemeye başlaya*cak, insanlar arasında hüküm verilinceye kadar bu durum sürecektir.” 79
Sâime olan sığır cinsi hayvanların nisabı otuzdur. Bundan azına zekât gerekmez. Otuz sığırdan kırk sığıra kadar zekât olarak iki yaşına girmiş erkek veya dişi bir buzağı verilir. Kırk sığırdan altmış sığıra kadar üç yaşına girmiş erkek veya dişi bir dana verilir. Altmış sığırdan ise birer yaşını bitirmiş iki buzağı verilir. Sonra her otuzda bir buzağı ve her kırkta bir dana hesabı üzere zekât verilir.
Meselâ; yetmiş sığır için bir buzağı ile bir dana zekât verileceği gibi; seksen sığır için iki dana; doksan sığır için üç buzağı; yüz sığır için bir dana ile iki buzağı ve yüz on sığır için de dört buzağı veya üç dana vermek konusunda sahibi muhayyerdir. Çünkü bunda dört otuz, üç adet de kırk vardır. Bundan sonraki sayılar için de bu şekilde zekât hesabı yapılır.
Zekât konusunda sığır ile manda aynı tür kabul edilir. Bunlar karışık olduğu takdirde birbirine eklenir. Meselâ; yirmi sığır ile on manda bulunsa, bunlar için iki yaşına girmiş bir buzağı verilir. İki türden hangisi fazla ise zekât ondan verilir. Sayıları eşit olduğu takdirde, pahalı olanların ucuzundan, ucuz olanların pahalısından verilir. Meselâ; sığır ve manda eşit miktarda karışık ve manda kıymetli ise mandanın ucuzundan, sığırın iyisinden verilir.
Hayvanlar erkek dişi karışık olduğu zaman, erkek olandan zekât verilmez. Çünkü hayvanın dişisi daha üstündür. Süt verir ve neslin çoğalması onunla olur. Ancak sığır bu hükmün dışındadır. Çünkü daha önce geçen Muaz (r.a) hadisinde bununla ilgili nass bulunmaktadır. Eğer nisabı teşkil eden hayvanların hepsi erkek olursa deve, sığır veya koyun gibi bütün türlerin zekâtı için erkek hayvan vermek yeterlidir. Çünkü malında bulunmayandan zekât vermek kişiye teklif edilemez.
Develerin Zekâtı:
Salim (r.a)’in babasından rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber’in zekât mektubunda develerin zekâtı açıklanmıştır. 80 Diğer yandan Allah’ın Elçisi, beş deveden azında zekât olmadığını bildirmiştir. 81
Sâime develerden birer yaşlarını bitirmiş beş deve için bir koyun verilir. Fazlası dokuz deveye kadar muaftır. On deveden yirmi deveye kadar her beş devede bir koyun verilir. Yirmiden yirmi dörde kadar zekâttan muaftır. Yirmi beşten otuz beş deveye kadar iki yaşına girmiş bir dişi deve yavrusu verilir. Otuzaltı deveden kırkbeşe kadarda üç yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Kırk altı deveden altmışa kadarda dört yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Altmışbir deveden yetmiş beş deveye kadarda beş yaşında bir dişi deve verilir. Yetmiş altı deveden doksana kadar üçer yaşına girmiş iki dişi deve vermek gerekir. Doksan birden yüz yirmiye kadarda dört yaşına girmiş iki dişi deve verilir. Yüz yirmi deveden yüz kırk beşe kadarda böyle dört yaşında iki deve ile birlikte her beş devede bir koyun verilir. Yüz kırk beş deveden itibaren 224’e kadar beş’er, ondan sonra on’ar basamak olarak devam eder. 82
Zekât konusunda develerin erkekleriyle dişilerinin, karışık olup olmamaları sonucu değiştirmez. Ancak zekât verilecek develerin orta halde dişi olması gerekir. Erkek deve verildiği takdirde kıymet olarak verilir.
Yıl başında nisap miktarında olan sâime hayvanlara, yıl içinde miras, bağış veya satın alma gibi yollarla aynı türden sâime hayvanlar ilâve olsa, yıl sonunda hepsinin zekâtı birden lâzım gelir.
İmam Şâfiî’ye göre ise bu sonradan katılanların üzerinden bir yıl geçme süresi, mülk edinme tarihinden itibaren hesap edilir.
Sâime hayvanlar arasında bulunan kör, zayıf hayvanlar da nisaba dahil olur. Fakat bunlar zekât olarak verilmez. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, sâime olup henüz yaşını doldurmamış olan kuzulardan, sığır, manda ve deve yavrularından dolayı, sayıları nisap miktarına ulaşsa bile zekât gerekmez. Fakat aralarında kendi türlerinden büyük hayvanlar bulunursa onlarla birlikte zekâta tabi olurlar.
Meselâ; yıl boyunca elli koyun ile sekiz aylık yetmiş beş tane kuzu bulunsa, yıl sonunda iki koyun zekât verilir. Yine yirmi dokuz sığır yavrusu ile bir tane de sığır bulunsa bir yaşını bitirmiş bir buzağı vermek gerekir. Dört deve yavrusu ile bir tane de iki veya üç yaşına girmiş deve bulunsa bir koyun zekât verilir.
Ebû Yûsuf’a göre, henüz yaşını doldurmamış olan hayvanların sayısı nisap miktarına ulaşınca zekât gerekir. Meselâ; kırk kuzu için bir kuzu zekât verilir. İmam Şâfiî de aynı görüştedir.
Zekâta tabi hayvanların bir bölümü helak olsa, Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre, zekâttan muaf tutulan basamaklarda bu sebeple meydana gelecek azalma zekâtı etkilemez. İmam Muhammed ve İmam Züfer’e göre ise zekât helak oranında azaltılır.
Mesela; altmış koyunu olan kimsenin on veya yirmi koyunu yıl içinde bir afet sonucu helak olsa, ilk görüş sahiplerine göre geride yine kırk koyun kaldığı için bir koyun zekât verilir. İmam Muhamed ve Züfer’e göre ise on koyun helak olmuşsa altıda bir, yirmi tane helak olmuşsa altıda iki oranında zekât miktarı azalmış olur. Zekât hayvan yerine kıymet olarak verilebildiği için, bu düşüş değeri üzerinden yapılır.
Hanefî ve Hanbelîlere göre zekâta tabi bir malın yıl sonu geçtikten sonra zekâtı verilmeden satılması, ancak zekât miktarı kadarını tazmin etmek şartıyla caizdir.
Şâfiîlere göre, zekât farz olduktan sonra bir malın satılması halinde, satım akdi, zekât tutarı kadar olan kısımda batıl olur. Çünkü farz olan miktar yoksullara ait olup, onların izni olmaksızın satılamaz. Zira o kısımda onlar da ortaktırlar.
Atların Zekâtı:
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizi at ve kölenin zekâtından muaf tuttum.”, “Müslümana kölesi ve atından dolayı zekât yoktur.” 83 Ancak Allah Elçisi’nin “üreme amacıyla bulundurulan sâime atları” bundan istisna ettiğini bildiren hadisler de nakledilmiştir.
Hz. Ömer uygulamada Allah Rasûlü ve Ebû Bekir döneminde atlardan zekât alınmadığı gerekçesiyle, Şam’dan bu konuyu sormak için gelenlere, zekât gerekmediği yönünde cevap vermiştir. 84 Ancak daha sonra Şamlıların, atlarının zekâtını alması için Ebû Ubeyde İbnü’l-Cerrah’a başvurması ve Ebû Ubeyde’nin yazılı cevap istemesi üzerine, Hz. Ömer “atların zekâtını vermek istiyorlarsa, bu zekâtı almasını ve oranın yoksullarına dağıtmasını” yazılı olarak bildirmiştir. 85
Fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber’in atları zekâttan muaf tuttuğunu bildiren hadislere ve uygulamaya dayanarak, at çeşidine zekât gerekmediği görüşündedir.
Hz. Peygamber ve dört halife döneminde atlar genel olarak yolculuk, savaş ve nakliye işinde kullanıldığı için, diğer deve ve sığır cinsinin tarım ve nakliye işinde kullanılınca (âmile) zekâttan muaf tutuldukları gibi, atların da muaf tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu atlar üremesi için yılın yarıdan çoğunu mer’alarda otlayarak geçirirse sâime olurlar. Nitekim Ebû Hanîfe ve Züfer’e göre; “nesli elde edilip ileride satılmak üzere, erkeği ve dişisi karışık bir halde yaşayan ve yılın çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren sâime atlar için ya her at için 1 dinar (yaklaşık 4 gr. altın para) veya atın değeri üzerinden % 2.5 zekât vermek gerekir. Ebû Hanife’nin bu durumda atları, sâime niteliği yanında, ticaret malı sayarak zekâta tabi tuttuğu anlaşılmaktadır. Buradaki görüş ayrılığı at sahibine üretici zekâtı gerekip gerekmediği konusu ile ilgilidir. Atlar ticaret amacıyla yetiştirilir veya satın alınırsa, bunların zekât dönemi sonunda, değerleri üzerinden zekât matrahına eklenmesi gerektiğinde şüphe yoktur.
Balıkların ve Hayvan Çiftliklerinin Zekâtı:
Balık, eti yenen ve ticareti yapılan bir deniz ürünüdür. Çünkü bir marketin et reyonundaki sığır veya koyun eti ile balık etleri ticaret malı sayılmada eşit durumdadır. İnsan eliyle inşa edilen balık çiftliklerinde de durum, et reyonundan farksızdır. Sadece burada balıklar canlılığını ve tazeliğini sürdürsün diye suyun içinde tutulmakta ve beslenmekte, istenildiği zaman elde etme riski olmaksızın ağ sepetleri ile tutulabilmektedir.
Ömer İbn Abdilazîz’in, Umman zekât memuruna, denizden çıkarılacak balıkların değeri gümüş nisabına ulaşınca, onlardan zekât tahsil etmesini emrettiği nakledilir. 86 Buna göre ticaret amacıyla balık tutan veya balık ticareti yapan kimse, zengin durumda olunca, balıkların değeri üzerinden %2.5 zekâta tâbi olur.
Tavuk çiftliklerini ise iki duruma göre değerlendirmek gerekir. Sırf yumurtalık tavuk yetiştiren çiftlikte, zekât dönemi sonunda, döner sermaye kapsamına; temel ihtiyaçlar ve borçlar düşüldükten sonra nakit para kaynakları, kesin alacaklar ve o tarihte elde bulunan yumurta stokları ile kesim ya da satışına karar verilmiş olan piliç ve tavuklar girer. Bunlar ticaret malı olarak değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olurlar. Çiftliğin taşınmazları, kümes, sosyal tesis, servis aracı gibi sâbit sermâye kısmı zekâttan muaftır. Etlik piliç veya yavru yetiştirip satan çiftliklerin sahibi ise, zekât dönemi sonunda bunların değerinin % 2.5’u üzerinden zekâta tabi olur. Deve kuşu, hindi gibi eti yenen hayvanların yetiştirildiği çiftliklerin durumu da tavuk çiftlikleri gibi olmalıdır.
Sığır cinsi hayvan yetiştirilen çiftliklerin zekâtını ise şu şekilde değerlendirmek gerekir: Bunlar yıl boyunca veya en az altı aydan fazla süreyle ağılda beslendiğinden, kendileri için üretici zekâtı gerekmez. Süt amacıyla besleniyorsa, zekât dönemi sonunda döner sermaye sayılan; temel ihtiyaçlar ve borçlar ayrıldıktan sonra elde kalan para, kesin alacak, süt ürünleri ve etlik için satımına karar verilen hayvanlar değerleri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi bulu- nur. Böyle bir çiftlik tam olarak etlik hayvan yetiştirmek amacıyla kurulmuşsa, zekât dönemi sonunda elde bulunan para, kesin alacaklar ve elde bulunan hayvanların bütünü, değeri üzerinden % 2.5 zekâta tâbi olur.
HAYVANLARIN ZEKÂTI İLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME
Zekâta tabi olan hayvan türlerinin elde bulunması aşağıdaki şekilde olabilir:
Ticaret malı olarak elde bulunan hayvanlar ticaret malının zekâtına tabi olur. Meselâ; bir celebin satın alıp, kâr etmek için elde tuttuğu hayvanlarla, ticaret amacıyla beslenip büyütülen kuzu ve buzağılar da ticaret malı sayılır. Bunlar nisaba ulaşınca, yıl sonunda diğer ticaret malları gibi kıymetleri üzerin- den kırkta bir zekâta tabi olur. Meselâ; ticaret amacıyla satın aldığı on koyunu, üç atı, beş sığır cinsi hayvanı olan kimse, yıl sonunda bunların kıymeti üzerinden kırkta bir zekât verir.
Sığır, manda ve deve cinsi gücünden yararlanmak için elde bulunursa, temel ihtiyaçlardan sayılır ve zekâttan muaf olur. Peygamber (s.a.s), “Çalıştırılan hayvandan zekât vermek yoktur.” 87 buyurmuştur.
Yılın çoğunu ahırda yemle beslenerek geçiren hayvana “me’lûfe” denir. Bu çeşit hayvanlarda, mübah otlaklarda beslenmemesi ve masraflı bir bakıma tabi olmaları sebebiyle kâr bakımından büyüme ve gelişme yok sayılır. Başka bir deyimle ortak mer’alarda beslenmemeleri yüzünden bunlara toplumun hakkı geçmez. Bu yüzden günümüzde yetiştirip satma gibi bir ticaret amacı olmaksızın sırf eti, sütü veya yavrusu için yılın yarıdan fazla bölümünde ahırda yemle beslenen hayvan türlerinin kendilerine zekât Ancak, bunların sütleri ve bundan elde edilen yağ ve peynirler, hayvanların kesimi sonucu satılan etleri, yine satış için elde tutulan yavruları diğer zekât mallarına eklenerek para veya ticaret malı olarak zekâta tabi olur. Buna göre bu çeşit cins ineklerin ve hayvan çiftliklerinin zekât dışı kaldığı söylenemez. İslâm’ın “me’lûfe” çeşidini zekâttan muaf tutması hayvancılığı teşvik içindir. Çünkü ağılda bakım hem güç, hem de masraflıdır.
Yılın yarıdan fazlasını mübah mer’alarda otlayarak beslenen hayvanlara “sâime” denir. Bunların da nisap miktarının altında kalan miktarları zekâttan muaf tutulmuştur. Meselâ; bir kimsenin otuz sekiz tane koyunu, yirmi sekiz sığırı ve dört devesi bulunsa türleri ayrı olan bu sâime hayvanlar yıl sonunda birbirine eklenemez, başka ticaret mallarıyla da birleştirilemez. Bu yüzden de bunlardan dolayı zekât gerekmez. Bu da hayvancılığı teşvik tedbiri olarak değerlendirilebilir.
Bunların dışında kalan at, katır, eşek, tavuk, hindi, tavşan, deve kuşu gibi evcil veya evcilleşmiş hayvanlar sadece ticaret amacıyla bakılırsa, ticaret malı gibi zekâta girer. Fakat gücü, yumurtası için beslenirse geliri üzerinden zekâta tabi olur. Kendisi satılınca da, satıldığı zaman bedeli yıl sonu itibariyle diğer mallarla birlikte zekâta girer.